T. Murat Demirbaş

T. Murat Demirbaş

PANDEMİDE İKİNCİ PERDE

Evet, birinci perde bitti. Artık biraz daha yakından tanıyoruz karşımızdaki kovid-19 virüsünü. Nasıl önlem alacağımızı, neyi asla yapmayacağımızı ve dolayısıyla gündelik davranışlarımızda köklü bazı değişikliklerin kaçınılmaz olduğunu biliyoruz artık.

Birinci perdedeki şaşkınlığı üzerimizden attık. Neredeyse tünelin sonundaki ışığı görmeye başladık. Oyunun en çetrefilli anında birden yandı ışıklar ve 10 dakika ara veridi. Öylesine karıştı ki olaylar; bakalım ikinci perdede nasıl çözülecek?

Ekonomi, siyaset ve gündelik yaşam daha önce hiç tanımlanmamış bir şekilde değişmeye başladı. Döviz rakamları, petrol fiyatları, koca koca yardım örgütleri, silah satışları, kaderine terkedilen yaşlılar, tır dorselerinde bekletilen cenazeler ve her gün borsa gibi açıklanan rakamlar…

Şimdilik evlerimizin arka odalarında sınanıyor sabır. En aşağılandığı yerden yeniden yeşermesini bekliyoruz insanlığın. Yine de umudumuz olduğu için giriyoruz ikinci perdeye. Büyük kavga şimdi başlıyor. İşsizlik, yoksulluk, güvensizlik ve hepsinden daha beteri belirsizlik…

Bedeli yaşam olan bir oyun oynuyor bizlere merak.

İşte başlıyor ikinci perde. Işıklar ve… Oyun…

Onca değişimin içinde değişmeyecek insanlık değerlerini muştuluyor bize zaman.

Emeğimiz, ekmeğimiz ve onurumuz için daha çok savaşacağımız bir eşikteyiz.

Bu yeni durumu anlamak yetmiyor yalnızca; alışkanlıklarımızı, önceliklerimizi ve bakış açımızı da bu yeni durum karşısında yenilememiz gerekiyor. “Bizim oğlan bina okur, döner döner yine okur” kabilinden siyasi çatışmaları, sosyal medyadan yürütülen algı eğilimlerini, “ben bilmem şeyhim bilir”ciliği, siyasi muhalefet hattını tek kişi üzerine kurup “bu gitsin de ne olursa olsun” deyiciliği ve en çok da kibre bulanmış siyasi dezenformasyonu…

Oyunun akışı çok açık aslında. 20. yüzyılın başında ne olduysa o oluyor. Dünya yeniden şekilleniyor. Dünyadaki güç odakları ve onların sözcüleri iktidarlarını devam ettirebilmek için her yolu deniyor. Oyunun kahramanları değişiyor. Oyunun başında,“bakın Sovyetler de yıkıldı ben artık kralım” diyen, ABD sarsılıyor.

AB ülkeleri ise büyük bir sınavın eşiğinde. Trajik hatada ısrar edenler için kaçınılmaz son yaklaşıyor. Diğer karakterlerin rolleri de bu yeni duruma karşı aldıkları tutumla yeniden belirleniyor.

Elbette kolay olmayacak hiçbir şey. Tıpkı yaşamın karmaşık yapısı gibi dramatik aksiyon da yükselen duygular, şaşırtıcı durumlar ve etkileyici anlarla birlikte akıp gidecek.

Dekor değişiyor, sokaklar sessiz, alanlar boş. Kostümler gündelik ama baharın renkleriyle cıvıl cıvıl. Egzoz gazları, uçak yakıtları olmayınca daha bir keskin vuruyor ışık. Coşkulu bir müzik yükseliyor balkonlardan.

Sanatçı ise bir kez daha tanıklık ediyor çağına. Anladığı ölçüde yaratabilecek, öncülük edebildiği sürece ayakta kalabilecek, inandığı ölçüde alkış alacak. Çünkü en çok rolüne inananları alkışlar seyirci.

Şimdilerde her ne kadar egosu ile ekmeği arasına sıkışmış olsa da sanatçı aslında en çok direnme gücünü o taşıyor. Öyle ya, sanatın karın tokluğuna yapıldığı bu koşulları göze alarak seçmedi mi bu işi. Korkuları büyüyor şimdi. Ya bu karantina uzun sürerse? Önlemler kalksa bile seyirciler salonlara gelmezse? Bir daha alkışa çıkamazsa? Hatta ödenekli kurumlardaki sanatçılar bile kara kara düşünüyor. Maaşlarımızı alıyoruz ama ya teşvik ikramiyelerimiz yatmazsa? Öyle ya performansı özendirmek amacıyla verilmiyor mu bu ikramiyeler? Şimdi üç ay karantinadayken ve üstelik her kesimden özveri beklenirken verilmesi doğru mu? Yoksa sanatçının moral motivasyonu düşünülerek yıllardır en zor ekonomik koşullarda bile ödenen bu ikramiyeleri ödemek devletimizin kudretini mi gösterir? Bu tartışmanın sonucu önümüzdeki günlerde anlaşılacak.

TİYATROLARDA KRİZ NASIL AŞILIR?

Ancak genelde sanatın, özelde de tiyatronun bu krizi atlatabilmesinin en belirleyici unsuru devletin bakış açısında yapmasını beklediğimiz değişimde gizli.

Devlet ve belediye tiyatrolarının, yani bir şekilde fonlanan kurum tiyatrolarının dışındaki tüm tiyatro faaliyetlerini de "kamusal alan" olarak görmesi ve adımlarını buna göre atması sorunu çözecek biricik yoldur.

Bahsettiğimiz kamu-özel işbirliği modelinde hedef tiyatro yapanlar değil, tiyatroyu izleyenler olmalıdır. Meseleye tiyatrocuları korumak veya kollamak açısından değil de, tiyatro seyircisinin ihtiyaç ve çeşitliliğini korumak açısından bakılırsa çözümler de kendiliğinden şekillenecektir. Zaten nüfusa oranla hayli kısıtlı ve büyük şehirlerde birikmiş tiyatro seyircisinin önüne bir tek ödenekli tiyatro alternatifini koyamazsınız.

Sonuçta Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bütçesi de tiyatro seyircisi olan bu insanların vergileriyle karşılanıyor. Sırf bu yüzden bile hak ve talepleri göz ardı edilemez. İçinden geçtiğimiz dönemin koşulları düşünüldüğünde Kültür Bakanlığı tüm dikkat, ilgi ve zamanını bir an önce sanat işkolunda devlet kurumları şemsiyesi dışında kalanlara yöneltmelidir. Devlet şemsiyesi altındaki bu alanın şimdilik ilgiye ihtiyacı yoktur. Kendi rutinini yürütecek imkânları yeterlidir.

SALON İŞLETEN TİYATROLARA ÖNCELİK

Gerekli destek öncelikle salon işleten tiyatrolara verilmeli ve kira, vergi gibi giderlerin hafifletilmesi planlanmalıdır. İşe KDV oranlarının düzenlenmesi, sanatsal faaliyetlerle ilgili salon kiralamalarında gelir vergisinde istisna tanınması ile başlanabilir. Her ne kadar bu kiraya verenin vergi yüküne yönelik olsa da böyle bir istisna salon kiralayan tiyatrolar üzerindeki stopaj yükünün de ortadan kalkmasını sağlayacaktır.

Diğer taraftan salon işletmediği halde yıllık belli bir gösterim sayısını geçen özel tiyatrolarda sigorta primi ödemelerinde esneklik sağlanması, satılan bilet üzerindeki KDV ve vergilerin düşürülmesi gibi tedbirler de bir an önce hayata geçebilir.

Amatör ve özel tiyatrolara salon tahsisinde öncelikli kota uygulamasına geçilerek kira oranlarında indirim yapılması zorunluluğu mutlaka düşünülmelidir. Son yıllarda artan salon kira bedelleri tiyatroları değil, seyirciyi cezalandıracak boyuta ulaşmıştır. Bu ve benzeri önlemlerin alınması tiyatroların üretimini kamçılayacak temel yaklaşımı taşımaktadır. Çünkü bu zor günler geçtiğinde maske ve kolonyadan daha çok bu ülkenin “sanata” ihtiyacı olacağının bilincindeyiz.

Pandemi’nin kendisi bir oyun değil elbette ama yaşadıklarımızın “oyun” gerçekliği içinde ele alınması bizi ağıt yakmaktan çok çözüm üretmeye götürecek.

Kıssadan hisse çıkaramıyorsak ne anlamı var ki sanat yapmanın, sanatı desteklemenin? Kapatalım tiyatroları, kapatalım Kültür Bakanlığı’nı.

Buna en çok sanata ve tiyatroya ilgisine şahit olduğum Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan karşı çıkacaktır.

Koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin toplasan 100’ü geçmeyecek tiyatroyu yaşatamaması mümkün müdür?

“Zaten aktör dediğin nedir ki?

Oynarken varızdır, yok olunca da sesimiz o boş kubbede, bir hoş sada (seda) olarak kalır…

Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız…

Görooorum hepiniz gardroba koşmaya başlar…

Çünkü satenik’in bir şarkısı şu perdelerden birine takılı kalmıştır…

Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir…

Hiranuş’la, Virginya’nın bir diyaloğu eski kostümlerin birinin yırtığına sığınmıştır…

İşte bu hatıralar, o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde yine sahneye dökülürler…

Artık kendimiz yoğuz…

Seyircilerimiz de kalmadı…

Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar…

Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır…

PERDE !..” (Haldun Taner, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı, "Fasulyaciyan

Önceki ve Sonraki Yazılar