2 yıldır cezaevinde bulunan Gültan Kışanak: 12 Eylül'deki gibi sesimi duyuramama hali ile karşı karşıyayım

2 yıldır cezaevinde bulunan Gültan Kışanak: 12 Eylül'deki gibi sesimi duyuramama hali ile karşı karşıyayım

2 dönem milletvekili yaptıktan sonra Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevini yürütürken 30 Ekim 2016'de tutuklanan ve 240 yıla kadar hapsi istenen Gültan Kışanak, "Çok acı ama bir kez daha Diyarbakır 12 Eylül sürecini yaşadığım ‘sesimi duyuramama’ hali ile karşı karşıyayım" dedi.

12 Eylül 1980 darbesinde Diyarbakır Cezaevi'nde ağır işkencelere mağruz kalan Kışanak, "Sorun sadece benim kişi olarak bunu yaşamam da değil, memleketin 12 Eylül darbe koşullalarına, atmosferine dönmüş olması, cezaevlerinin siyasi tutuklularla dolu olması, hukuksuzluğun artık kanıksanması, belli bir kesimin ‘şeytanlaştırılması’ insanların bu rezalet karşısında sus pus olmasıdır" değerlendirmesinde bulundu. 

İki yıldan beri Kocaeli Cezaevi'nde tutuklu bulunan Kışanak, en çok farklı yüzleri, farklı giyimli insanları ve farklı düşünceleri olan insanları özlediğini söyledi.

Bir dönem HDP Eş Genel Başkanı da olan Gülten Kışanak'ın IMPNews'te yer alan söyleşisi şöyle:

-Tutuklandıktan sonra kamuoyu senden pek bir haber alamadı. Duruşmalara da çıkmadın. Merak ediyoruz. Sonuçta siyasetçiler seçmenleri ile iletişim halinde olmak durumunda. Sessizlik mi var?

Sessiz değilim ama sesimin kamuoyuna ulaşmasını engelleyen ‘sanal’ bir yargı süreci ve ağır bir basın özgürlüğü sorunu var. Israrlı talebime rağmen mahkemeye götürülmedim. Duruşmalara SEGBİS ile katılmaya zorlandım. SEGBİS’i kabul etmek sanal yargılamaları kabul etmek anlamına gelecekti. Bu bilinçli bir tutumdu. Bizi sessizliğe gömmek istediler. Aslında bu hukuksuz yargılamayı kamuoyundan kaçırmak istediler. Demokratik hukuk normlarına göre bir yargılama yok ortada. Beni Türkiye’nin bir ucuna Kocaeli’ne, mahkemeyi Malatya’ya sürdüler. Avukatlarım Diyarbakır’da. Gelip gitmek bile bir eziyet ve külfet. Biz bu eziyete ve külfete katlandık. Ama onlar duruşmalara götürmeyerek yargılamayı sakatladılar. Ağustos ayında güya dokuzuncu duruşma yapıldı. Hiçbirine götürülmediğim gibi hukuki ve adil bir yargılama yapılabilmesi için gerekli olan hiçbir şart yerine getirilmedi. Hiçbir talebimiz kabul edilmedi. Neredeyse her duruşma mahkeme heyeti değiştirildi. Heyetin dosyayı okumadan geldiği her halinden belli oluyordu. Bu koşullarda sanırım ‘artık karar verin’ karşı karşıyalar ki savcı iddianamedeki iddialarını tekrarlayan bir mütalaa sundu. Basın özgürlüğü konusunda memleketin ne halde olduğunu sizler daha iyi biliyorsunuz. Türkiye’nin onbirinci büyük kentinin üstelik de bir Başbakan’ın “AB yolu Diyarbakır’dan geçer” dediği kentin belediye eş başkanı iki yıldır tutuklu, basının arayıp sorduğu, davasını takip ettiği yok. Çok acı ama bir kez daha Diyarbakır 12 Eylül sürecini yaşadığım ‘sesimi duyuramama’ hali ile karşı karşıyayım. Sorun sadece benim kişi olarak bunu yaşamam da değil, memleketin 12 Eylül darbe koşullalarına, atmosferine dönmüş olması, cezaevlerinin siyasi tutuklularla dolu olması, hukuksuzluğun artık kanıksanması, belli bir kesimin ‘şeytanlaştırılması’ insanların bu rezalet karşısında sus pus olmasıdır. 

-Yargılandığın dava ile ilgili; ‘izleyici alınmadı, SEGBİS’i red etti, heyet değişti, duruşmaya çıkarılmadı, avukatlar heyeti protesto etti’ gibi bilgiler yansıdı sıkça. Sanırım hakkında toplamda 240 yıl ceza isteniyor. Bu biraz komik değil mi? Aslında ne diye, neden yargılanıyorsun, biraz da dava içeriği, sanırım davanız karar sürecine kaldı. Dava süreci ile ilgili bilgi verir misin?

Bütün bu yaşananlar komik değil, memlekette yargı sisteminin adaletten, hukuktan ne kadar uzaklaştığının açık bir göstergesi. Trajikomik bir durum. Hakkımda açılan dava tamamen ısmarlama ve zorlama. Biliyorsunuz 2014 yılında belediye başkanı seçildiğimde dokunulmazlığım sona erdi ve milletvekili olduğum dönemde hakkımda hazırlanan fezlekeler savcılıklara gönderilerek adli süreç başlatıldı. Ben iki yıl boyunca hangi mahkeme, hangi savcılık istediyse gidip savunmamı yaptım. Hukuki süreç kendi mecrasında devam etti. 2016 yılında ‘yeni bi dosya hazırlayın’ diye talimat almış olmalılar ki o zamana kadar soruşturma konusu yapılmayan, fezleke düzenlenmeyen, tamamen milletvekili ve parti eş başkanı sıfatı ile katıldığım demokratik siyasi faaliyetlerim ve belediye başkanı olarak katıldığım demokratik siyasi faaliyetlerim ve belediye başkanı olduktan sonra katıldığım birkaç basın açıklaması ve miting konuşması toplanıp dosyaya suç konusu olarak kondu. Ve beni bu gerekçelerle tutukladılar. Dosyaya 8 Mart ve Newroz mitinglerinde yaptığım konuşmalar, 25 Kasım kadına yönelik şiddetle mücadele gününde katıldığım kadın etkinlikleri, mecliste kayyum ile ilgili yasa teklifi tartışılırken basın açıklaması yaparak bu yasanın geri çekilmesini talep etmek, Sur’daki sokağa çıkma yasağının kaldırılması ve halkın mağduriyetinin önlenmesi talebi ile adliye önünde basın açıklaması yapmak, 2012 yılında cezaevlerinde yaşanan açlık grevlerinin can kaybı yaşanmadan sonuçlanması için yapılan yürüyüşlere, basın açıklamalarına katılmak, 12 Eylül döneminde Diyarbakır cezaevinde yaşananları eleştiren bir konuşma yapmak gibi, tamamen demokratik siyasi faaliyetler suç unsuru gibi gösterilmek isteniyor. Tabi bir de milletvekili olduğum dönem, yapılan teknik takip (ki o dönem dokunulmazlığım var) Diyarbakır’da bulunan Demokratik Toplum Kongresi (DTK) binasına ‘toplam yedi kez girdiğimin tesbit edildiği, bu nedenle örgüt yöneticisi olduğum’ gibi gerçekten komik bir iddia öne sürülüyor. DTK’nin legal demokratik bir kurum olarak hala açık olduğu, faaliyetlerine devam ettiği, yöneticilerinin tüm kamuoyu tarafından tanındığı ve bir zamanlar TBMM’nin anayasa değişikliği için resmi yazı göndererek DTK’dan önerilerini istediği gerçeği bir yana; ben ne kadar maharetli bir yöneticiymişim ki yıllarca sadece yedi kez gittiğim bir kurumu yönetmeyi başarmışım! 

Tabi bu dava dosyasının rezaletinin sanırım onlar da farkında ki; iki yıl sonra şimdi dosyaya tamamen uydurulmuş, yeni şeyler ekleme çabaları da görülüyor. Artık iktidar mı ‘bir şeyler uydurun’ diye talimat verdi yoksa bazı işgüzarlar mı bunu yapıyor bilmiyoruz.

"Kötülüğün galip gelmesine izin vermemeliyiz"
-Yargı sürecinin sonunda ne olur? Bu dava bir kurgu mı, yoksa sonucu yeni sistem ile alakalı olarak değişir mi, yakın zamanda özgür kalacağına inanıyor musun?

Benim de, benim gibi düşünenler de, siyasi faaliyetleri nedeni ile cezaevlerinde olan herkesin de değil bir gün bir dakika bile özgürlüğünden yoksun bırakılmaması gerektiğini düşünüyorum. Yaşanan her şeye rağmen umudumu koruyorum. Umut en zor koşullarda insana direnme gücü veren bir enerjidir. Tüm toplumun bu enerjiye sıkı sıkıya sarılması, umudu büyütmesi, geleceğimizi kurtarma gücü verir bize. Kötülük galip geldiğinde yaşam ölür. Buna izin vermemeliyiz.

-Türkiye yeni sistem ile nereye gidiyor. Tüm iktidarın tekleştirildiği, ülkenin tek bir kişi tarafından yönetildiği yeni bir yönetim biçimi oluştu. Türkleri, Kürdleri bu ülkede yaşayan insanları nasıl bir gelecek bekliyor?

Türkiye’de siyaset de, toplum da her zaman büyük fotoğrafa bakmayı, uzun ve orta vadeli hedefler belirlemeyi bir türlü beceremiyor. İktidar partisi bunu becerdiğini sanıyor, topluma öyle lanse ediyor ama onlar da geleceğe bu perspektiften bakmıyorlar. Türkiye’nin bir dönem ‘toplum mühendisiliği dönemi’ yaşadığını söyleyip eleştiriyorlardı ya, şimdi daha beter bir toplum mühendisliğine soyunmuş durumdalar. Kafalarında bir kurgu var. Toplumu buna uydurmaya çalışıyorlar. 

Muhalefet tek adam söylemi etrafında oyalanmaktan ‘toplum neden tek adam rejimine yol veriyor’ sorusunu sormaya fırsat bulmadığı için, hep beraber bu sorulara cevap arama fırsatını kaçırıyoruz. Demokratik bir yarış olmadığını, hilelerin, dolapların döndüğünü biliyoruz. Muhalefete nefes alma fırsatı verilmiyor, bunu da görüyorum. Ama bir yol bulmalıyız olmadı bir yol yapmalıyız. 

Türkiye hızla bölgesel ittifak adı altında küresel bir savaşın tarafı oluyor. Küresel güçlerin kapıştığı bir düzlemde her an Türkiye birilerinin yedeğine düşebilir. Şimdi bu çelişki ve çatışma dalgasının üzerinde sörf yapıyor gibi. Ama gelecek son derece belirsiz ve ciddi risk taşıyor. Kimse bunu tartışmıyor. Neredeyse ırkçılığa varan bir milliyetçilik histerisi ile toplumun önünü görmesine izin verilmiyor. Muhalefetin öncelikle bunları görüp toplum odaklı bir siyaset yapması gerekiyor.  İktidara yönelik sert sözler söyleyerek siyaset yapılamaz. 

-Cezaevindeki yaşamını, yargı sürecinde yaşananları bilmek isteriz. Örneğin cezaevini, orada geçen bir gününü nasıl anlatırsın?

Cezaevlerinin en önemli özelliği tekdüzelik, monotonluk ve sınırlılık. Her gün yaptıkların bir önceki günün tekrarı gibi geliyor. Daha da kötüsü yarın da daha farklı bir şey yapma şansının olmaması. Koğuşta yapılabilecek şeyler bir elin parmaklarının sayısını geçmeyecek kadar sınırlı. Kitap gazete okumak, yazmak, spor yapmak, tv seyretmek, bulmaca çözmek, yemek, bulaşık, temizlik gibi öz bakım işleri yapmak ve yanındaki arkadaşla sohbet etmek. Sanki önceden belirlenmiş bir hayatı yaşıyorsun. Bu duyguyu kırmaya, her günümüzü yaşanılır ve farklı kılmaya gayret sarfediyoruz. Örneğin her gün aynı saatte spor yapmak bile insana sıkıcı geliyor. O nedenle ben biraz karışık yaşamaya çalışıyorum. Günü fazla planlamıyorum. En iyisi biraz karıştırmak!

-Dışarıya ulaşma, siyaseti, haberleri izleme imkanınız var mı? Örneğin televizyon, radyo, gazetelere ulaşma imkanı ne durumda?

Cezaevi idaresinin belirlediği tv kanallarını izleyebiliyor, tek kanallı radyo dinleyebiliyoruz. Medyanın hali ortada, tüm muhalif yayınlara el konuldu. Tek taraflı enformasyon bombardımanı için yeterli tv, gazete var. Sanırım dışarda da insanlar daha çok internet yayıncılığı ve sosyal medya üzerinden farklı haber ve bilgilere ulaşabiliyor. Bizim böyle bir imkanımız yok. Artık okuduğumuz ve izlediğimiz haberleri kendi tecrübelerimizden ve bilgi birikimimizden yola çıkarak, bir süzgeçten geçirerek, gerçeği anlamaya çalışıyoruz. Tabi çarpıtılanları düzeltmek kolay da, hiç verilmeyen haberlere yapabileceğimiz birşey yok.

"Siyasi partilerdeki kadın mücadelesini anlatan bir deneyim kitabı"
-Cezaevinde herhangi bir çalışman var mı? Neler yapıyorsun, sanırım senin gibi deneyimli bir kadın tutuklu içerde boş durmuyordur? 

İlk beş altı ayımız yaşanan siyasi darbe realitesini kabullenmekle geçti diyebilirim. Hala ‘bu kadar da olmaz’ dediğimiz olmuyor değil. Sonra bu cezaevindeki kadın arkadaşların da önerisi ile kitap çalışmasına başladım. Kitap da ancak bir yılda bitti. Sanırım önümüzdeki günlerde yayınlanacak. Kitap, 1991 yılından bu yana Halkın Emek Partisi (HEP) geleneğini devam ettiren siyasi partilerdeki kadın mücadelesini konu alıyor. Siyasi partiler erkek egemenliğinin çok güçlü olduğu yapılar. Kadınların siyasi partilerde kendini var etmesi, özne olması, irade olarak kabul edilmeleri, hele hele parti yöneticisi, milletvekili ya da belediye başkanı gibi temsiliyet görevine seçilmeleri son derece zorlu mücadeleler sonucu mümkün oluyor. Gazeteciliğin verdiği cesaretle, bu süreçte cezaevinde olan kadın milletvekilleri ve belediye başkanları ile mektuplaşarak röportajlar yaptım. Ortaya, siyasi partilerdeki kadın mücadelesini anlatan bir deneyim kitabı çıktı. Şimdi kitapta röportajı yer alan kadınlar, hepimiz büyük bir merak ve heyecan ile kitabın yayınlanmasını bekliyoruz.

-Okuma imkanı var mı hücrede? İstediğiniz kitaplar ulaşıyor mu? Hangi alanda yoğunlaşıyorsun? Örneğin son bir ayda okuduğun kitaplar hangileri oldu?

Genellikle birkaç kitabı birlikte okuyorum. Çünkü günün her saatinde her kitap okunmuyor. Teorik kitapları genellikle sabah veya akşam okuyorum. Sabah erken uyandığımda ve akşamları uyumadan roman okumayı seviyorum. Teorik kitaplar ya da romanlar arasından mutlaka kadınlarla ilgili bir kitap olsun istiyorum. Küresel kapitalizmin iç çelişkilerinin ve ekonomik krizin bu kadar gündemleştiği bir süreçte biraz kapitalizm okumak iyi gelir diye düşündüm. Son zamanda İmmanuel Walerstein’ın ‘Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Amerikan Gücünün Gerileyişi ve Kaos’ kitaplarını, J. K Gibson - Graham ‘Kapitalizmin Sonu - Siyasal İktisadın Feminist Eleştirisi’ ve yine birkaç yazarın ortak kaleme aldığı ‘Kapitalizmin Geleceği Var mı’ isimli kitaplarını okudum. Virginia Wolf’un ‘Kendine Ait Bir Oda’ kitabı bir klasik, bir kez daha okudum. Burcu Karakaş’ın kaleme aldığı ‘Ne Olmuş Güldüysek - Evrim Alataş Kitabı’ derin duygular yaşayarak okuduğum bir kitap oldu. Evrim ile gazetede birlikte çalışmıştık. Şehmus Diken’in ‘Ahım Var Diyarbekir’ kitabı beni Amed’e götürdü. Sokakları tek tek dolaşmış, bazalt taşlarına dokunmuş, sohbet etmiş, Kör Yusuf’tan menengiç kahvesi almış gibi oldum. Sur’un yüzyıllardır tekrarlanan trajedisini, her defasında yeniden ayağa kalkmayı beceren yaratıcılığını ve gücünü yüreğimde hissettim. 

"Babam sesimi duymazsa iyi olduğuma inanmayacak"
-Telefon hakkı nasıl kullanılıyor? Eş, çocuk dışında başka aile üyeleri veya arkadaşlar ile de konuşabilir musunuz?

Genellikle kızım ve eşimle görüşüyorum. Telefon açtığımda da yanlarında ailemden birileri varsa onlara da bir selam verebiliyorum. Toplam 10 dakika, hemen bitiyor. Dışarda iken de uzun telefonlaşmayı sevmezdim. Telefon konuşmalarım hep 1-2 dakika ile sınırlı idi. Şimdi 10 dakikanın nasıl geçtiğini anlamıyorum bile. Babam çok yaşlı, görüşüme gelemiyor. Ancak telefon ile görüşebiliyorum. Birbirimizin sesini duymak çok önemli. 12 Eylül darbesi döneminde Diyarbakır cezaevi gerçeğine tanık olmanın bıraktığı bir travma var, biliyorum sesimi duymazsa iyi olduğuma inanmayacak. Onun için mutlaka babamla konuşmak istiyorum. 

-Koğuş arkadaşların da var sanırım. Yaşam ortağısınız, ne konuşur ne tartışırsınız? Günlük yaşamınızı nasıl paylaşır, nasıl davranırsınız? Koğuşta çay, kahve, yemek yapma imkanınız var mı? En çok ne yaparsınız günlük olarak?

Koğuşta iki kişiyiz. Muş Milletvekili Burcu Çelik Özkan ile birlikte kalıyorum. Genç bir kadın arkadaş. Üç yaşında bir kızı var. Asmin. Asmin’i yanımıza aldığımızda üç kişi oluyoruz. Asmin geldiğinide koğuştaki hava birden değişiyor. Çocuk sesi duvarlarda çınladıkça, sadece biz değil, yakın koğuştaki tüm kadınları bir neşe, bir heyecan sarıyor. Herkes Asmin’e sesleniyor, sesler yankılanıyor. Asmin önceleri şaşkın bir şekilde biraz da ürkerek ‘anne neden böyle oluyor’ diye soruyordu. Şimdi o da tecrübeli, gelir gelmez havalandırmaya çıkıp bağırıyor, hemen cevap alamazsa ‘anne arkadaşların nerede’ diye soruyor. Asmin’i tanıdıkça, çocuktaki o öz savunma yaklaşımını hayretle izliyorum. Yaşadığı şeyin canını sıkmasına izin vermiyor. Bu trajik durumla yüzleşmemek için her şeyi bir oyuna çevirmeye çalışıyor. Güya ondan gizliyoruz, buranın bir cezaevi olduğunu. Aslında her şeyin farkında ama ‘annemin burada işi var, bitince gelecek’ hikayesine inanmak istiyor gibi geliyor bize. Asmin gidince yine derin sessizliğimize geri dönüyoruz. 

Bayram tatilleri on gün olunca dışardaki herkes çok seviniyor. Ama bu bizim için tecritin biraz daha artması anlamına geliyor. Tatil olunca ortak alana çıkarmıyorlar. Bir de bayramlarda vermeleri gereken ‘açık görüş hakkını’ bayram sonrasına erteliyorlar. O hafta da açık görüş var diye ortak alana çıkarmıyorlar. Herkes kendi hücresinde 15-20 günlük bir yalnızlığa gömülüyor. Bu tecriti birbirimize bayram şekeri atarak kırmaya çalışıyoruz. Söylenen şarkı ve türküler de sessizliği bazen hüzünle bazen de neşeyle kuşatıyor. 

Aylarca hatta yıllarca aynı iki kişinin birbiri ile sohbet edebilecek konu bulması gerçekten insan sosyalliğinin bir mucizesi. Mümkün olduğu kadar hem ülkedeki hem de dünyadaki gelişmeleri izlemeye çalışıyoruz. Sohbetlerimizin genel konusu bu güncel gelişmeler oluyor. Zaman zaman geçmişe, yaşadıklarımıza dair konuştuğumuz da oluyor. 

Yazmak bana iyi geliyor. Son bir yıl yoğun olarak kitabı toparlamaya çalıştım. Kitap bitince biraz boşlukta kaldım sanki. Şimdi kendime tatil verdim. Bir süre sonra yeni bir çalışmaya odaklanmak istiyorum. Üreterek zamana değer katmaya gayret etmek, bu bu yalıtılmışlıkla baş etmeyi kolaylaştırıyor. 

-İçerde herkes birşeyleri daha çok özler, sen en çok neyi özlüyorsun?  

Burası o kadar tenha ki en çok kalabalığı özlüyorum. Her gün aynı sayıda insanı görüyorsun. Hücrendeki arkadaşın, sayıma gelen 3-5 gardiyan ve o gün gelirse bir avukat. Hepsi bu kadar. İnsanları özlüyorum. Farklı saçları, farklı giyimleri, farklı ses tonları, farklı yürüyüşleri, farklı yüz ifadeleri, farklı ruh halleri, farklı düşünceleri olan neşeli, sinirli, üzgün, kahkaha atan insanları özlüyorum. 

-Serbest kaldığında siyasete kaldığın yerden devam mı eder misin, farklı şeyler yapmayı mı düşünürsün?

Siyaset hep dar anlamı ile siyasi partilerin faaliyeti olarak ele alınıyor. Oysa siyaset ‘ne yapmalı ve nasıl yaşamalı’ sorusuna da verilen bir yanıttır. Tabi ki bu anlamda arayışım hiç bitmeyecek. Her zaman siyasi bir çaba içinde olacağım. Özellikle de kadınların özgürlük mücadelesi ve ekoloji ekseninde siyaset yapmak istiyorum. Ağırlıklı olarak da araştırmak, yazmaki tartışmak, kadın toplumsallığı ile insanın da bir parçası olduğu eko-sistem arasındaki ilişkiyi anlamak ve aktarmak istiyorum. Hükmetme, egemen olma ve tüketme hırsı, hem toplumsallığı, hem de tüm eko-sistemi büyük bir felakete sürüklüyor. Bunu bilince çıkarmanın, yaşadığımız ağır sorunların çözümünde anahtar rolü oynayacağını düşünüyorum.