Fikret Bila geri döndü: Türkiye nereye gidiyor?

Fikret Bila geri döndü: Türkiye nereye gidiyor?

Hürriyet gazetesinin Demirören Holding’e satılmasının ardından genel yayın yönetmenliği görevinden istifa eden ve Fikret Bila halktv.com'da köşe yazılarına tekrar başladı.

İstifası sonrasında Halk TV'de program yapmaya başlayan Fikret Bila'nın bugün Halk TV internet sitesinde ilk yazısı, "Türkiye nereye gidiyor?" başlığıyla yayımlandı.

Ana haber bülteninde konuşan Halk TV Genel Müdürü Şaban Sevinç, “Türk medyasında bir çölleşme yaşanıyor. Bu çölleşmeye karşı biz, Halk TV olarak, Türkiye’deki bu eksiği, kamuoyunun haber alma hakkını böyle önemli, sözü olan, saygı değer, gazetecilik yapan, yapmak isteyen, özgür düşünceli insanları ekranımıza dahil etmeye devam edeceğiz” demişti.

İşte Fikret Bila'nın ilk yazısı şöyle:

Türkiye içeride ve dışarıda bir rota sorunu yaşıyor. 

Bu sorun 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerin sonuçlarıyla çözülecek bir sorun değil. 

Seçimin sonucu ne olursa olsun, Ankara’nın bir süredir yaşadığı ve net bir çözüme ulaştıramadığı sorunları giderek derinleşiyor. 

Ülkenin iç ve dış sorunlarının ortak özelliği, nasıl  çözülecekleri konusundaki belirsizlik. Türkiye, önünü göremeyen ve el yordamıyla yüzdürülmeye çalışılan bir gemi izlenimi veriyor. 

Temel belirsizliklere yakından bakalım… 

Türkiye’nin rotası  

Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosu,  ulusal kurtuluş savaşını verip cumhuriyeti kurduktan sonra, savaştıkları ülkelerle masaya oturup, tercihlerini laik ve demokratik ülkelerin oluşturduğu Batı dünyasından yana kullandılar. 

Türkiye’nin rotasını o yöne çevirdiler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ankara bu tercihini daha da güçlü biçimde ortaya koydu. 

Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, OECD, NATO ve nihayet Avrupa Birliği tam üyelik süreciyle, Batı blokunda yer aldı, hatta bazı uluslararası kurumların kurucu üyesi oldu. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin hedefi, demokratik, laik, insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğüne dayalı, sosyal bir devlet olarak, çağdaş uygarlık düzeyini yakalamaktı. 

Unutulan AB hedefi 

Bu yöneliş ve ilerleyişin en önemli göstergelerinden biri Avrupa Birliği üyeliği sürecidir. Avrupa Birliği, çoğunluğu Türkiye’ye karşı takındığı haksız tutumlar (Kıbrıs konusunda olduğu gibi) ve  bazen de Türkiye’nin sorunları nedeniyle, Ankara’yı 60 yıldır bekletiyor. Buna karşın Türkiye, Avrupa Birliği üyeliğine yönelmiş rotasını değiştirmemişti. Bu yolda önemli mesafe katetmesine karşın, sürecin sonunda Avrupa Parlamentosu’nun “müzakerelerin askıya alınması” kararıyla karşılaştı.  

Kararın gerekçesi olarak, “ Türkiye’de demokrasi, insan  hakları ve hukuk devleti alanlarındaki ‘gerileme’ ve son anayasa değişikliğinin mevcut haliyle yürürlüğe girmiş olması” gösterildi. 

AK Parti’nin, merhum Necmettin Erbakan’ın kurucu liderliğini yaptığı milli görüş hareketinden en önemli farkı, Avrupa Birliği üyeliğini hedeflemesiydi. Erbakan’ın, Hıristiyan kulübü dediği ve alternatif birlikler kurmaya çalıştığı Avrupa Birliği değerlerini ve üyeliğini hedeflediğini ilân eden  AK Parti, Erbakan çizgisini terk etti.  

2002 Kasım’ında tek başına iktidara gelen AK Parti, dış politikada yeni yolu tercih etti. 2005, kısmen 2007 yılına kadarAvrupa Birliği değerlerini savundu. Birliğin talepleri doğrultusunda hukuki reformlar yaptı, Kıbrıs politikasını değiştirdi  ve mesafe aldı. Bu süreç AK Parti’nin  uluslararası alanda kabulünü ve desteklenmesini sağladı. 

AK Parti’nin ilk dönemi bir Avrupa Birliği zaferi havasında geçti. AK Parti’yi öncülleri olan Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi ve Refah Partisi gibi partilerden ayıran en önemli özelliği bu oldu. Sadece Avrupa Birliği ülkelerinin ve AB’nin desteğini almakla kalmadı, içeride de liberal aydınlara kadar uzanan geniş bir destek buldu.  

Değişen AK Parti  

AK Parti’nin, Avrupa Birliği’ne yönelişindeki iki temel amacından biri parti kapatmalarına karşı güvenceye kavuşmak, ikincisi ise askeri vesayeti ortadan kaldırmaktı. Bu iki temel amacın gerçekleşmesinden sonraki hedef ise Avrupa Birliği’nden alınacak  destekle, Türkiye’deki devlet yapısını ve siyasi sistemi kendi ideolojisine göre dönüştürmekti.  

İktidarda olmasına karşın bir kapatma davasıyla (2008) karşılaşan Ak Parti, bu süreçten bir oy farkla kapatılmadan çıktı.  

İktidarının ikinci (2007-2011) dönemi ile üçüncü (2011-2014) ve dördüncü (2017 Cumhurbaşkanlığı-hükümet sistemi) dönemlerinde, Avrupa Birliği hedeflerinden uzaklaştı ve tam üyelik hedefi giderek geri plana itildi.  

İşte bu noktada dünyadaki yeri açısından “Türkiye nereye gidiyor” sorusu ortaya çıkıyor.  

Avrupa Birliği’ne tam üyeliği hedeflemiş bir ülke mi, yoksa Batı blokundan uzaklaşmış bir  Ortadoğu ülkesi mi ? 

Türkiye’nin Suriye’de ABD ile karşı saflarda yer alması, ABD’nin PKK-PYD-YPG’yi destekleyen tutumunu pekiştirmesi, Ankara’nın bu politikaya karşı Rusya ve İran’la yakınlaşması, bu soruyu daha da önemli hale getiriyor. 

Avrupa Birliği ilişkileri askıya alınmış, ABD ile Rusya arasında kalmış Türkiye’nin rotası ne olacak ?  

Özellikle Rahip Bronson olayında görüldüğü gibi ekonomik kırılganlık nedeniyle alttan alta sürdürdüğü ABD ile iyi ilişkiler kurma çabasına ağırlık vererek Washington’a mı yakınlaşacak, yoksa Moskova’ya daha mı yakın duracak ?  

Bu soruların  yanıtı henüz belirsiz. 

Devletin nitelikleri  

Türkiye’nin uluslararası platformdaki yerine ilişkin belirsizlik gibi  devletin nitelikleri konusunda ciddi bir dönüşüm karmaşası yaşanıyor. Bu sorunun nasıl çözüleceği de belli değil.  

Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerinden biri  devletin laik yapısıdır. Demokrasi için de vazgeçilmez olan laiklik, Cumhuriyetin nitelikleri arasında en örselenmiş  ilke durumunda.  

Atatürk ve laiklik simgelerinin silikleştirildiği, eğitim sisteminin laik-bilimsel anlayıştan dini ağırlıklı bir yapıya dönüştürüldüğü, ünivesiteler ve ortaöğretimde öğretim üyesi ve öğretmen seçimlerinde liyakatın gerilere itildiği, bürokrasinin yönetim kadrolarının ve memur alımlarının ideolojik referanslara göre yapıldığı bir devlet görünümü hakim.  

Askeri vesayetin kaldırılması amacıyla, asker-polis, yargı ve sivil bürokrasinin FETÖ’ye terk edilmesi;  12 Eylül 2010 referandumuyla yüksek yargının ve HSYK’nın da FETÖ kontrolüne geçmesi,Türk Silahlı Kuvvetleri’nin,  laik Cumhuriyete bağlı  mevcut ve gelecek komutanlarının tasfiye edilip yerlerine FETÖ’cü general ve subayların konumlandırılmasıTürkiye’yi 15 Temmuz hain darbe girişimine kadar getirdi. 

17-25 Aralık olaylarından sonra  iktidarın FETÖ ile başlattığı mücadele 15 Temmuz kanlı darbe girişimine engel olmaya yetmedi.  Bu durum, laik devleti dönüştüreceğim, vesayeti kaldıracağım derken, devletin en önemli anayasal kurumlarının şeriat devleti heveslisi bir terör örgütünün kontrolüne girdiğini ortaya çıkardı. FETÖ ile mücadele tüm hızıyla sürerken, devletten atılanların yerine hangi nitelik ve liyakatte yeni memur ve üst düzey bürokrat alındığına  ilişkin de çok ciddi kuşkular var. 

Bu noktada da ikinci soru ortaya çıkıyor. 

Türkiye, devletin nitelikleri açısından nereye gidiyor ? 

Kuvvetler ayrılığının işlediği, düşünce ve inanç özgürlüğünün hukuk güvencesi altında olduğu çağdaş bir laik devlete doğru mu, yoksa bütün kurumları ve karar alma mekanizmalarının dini ve idelojik değerlere göre çalıştığı Ortadoğu devletine doğru mu ?  

Muhalefet sorunu 

Bu sorunun yanıtı, Türkiye’nin rotası açısından yaşamsal önem taşıyor. 

Türkiye 31 Mart yerel seçimlerine giderken, ülkeyi çok yönlü olarak kemiren iki temel sorunu da bütün boyutlarıyla masaya yatırmak gerekiyor. Bunlardan biri ekonominin yapısal sorunları, ikincisi ise bütün Tükkiye’ye giderek hakim olan “güvensizlik” sorunu. 

Sosyal dokuyu ciddi düzeyde tahrip eden bu iki sorun kuşkusuz ayrı bir inceleme konusu.