Övgün A. Ercan

Övgün A. Ercan

Sakarya Savaşı sonrasında Atatürk’ün Ankara yaşantısı

İsmet İnönü yönetiminde yitirilen Kütahya-Eskişehir Savaşından sonra, 100 bin kişilik yeni Kuvayı Milliye ordusunun 33 bini kaçmış, geri kalan 100 km, Polatlı- Ankara’ya dek geri çekilmiştir. Böylece, Yunan destek aldığı İzmir’den uzaklaşırken, Türkler destek aldığı Ankara’ya yaklaşmıştır. Bu, Ata’nın çok akıllı oynadığı bir savaş oyunuydu. Ordunun yeniden toparlanması için bir yıl savaşmadı, savaşamazdı. Lenin, savut-silah alınması için Rusya’dan bir ton altın yolladı. Fransız ile İtalyanlardan savut alındı. Kamutay-meclis durumu anlayamıyor, Ata’yı neden savaşmıyorsun diye sıkarlı- yordu. Ancak, o avının üzerine ne zaman atlayacağını bilen bir yalnız kurttu. Öyle de oldu.

Macaristan’ın Mohaç düzünde Osmanlı’nın son kazandığı savaştan sonra, Ağustos 1921’de AnkaraPolatlı’da, General Papulas’ın yönettiği güçlü Yunan Ordusuna karşı, Sakarya Irmağı kıyısında 100 km genişliğindeki savaş alanında kazanılan Sakarya savaşı Türklerin kazandığı ilk savunma savaşıdır. Osmanlı’nın Filistin’den, Şam’a, Kars’tan Adana’ya, Trablusgarp’tan Çanakkale’ye süren savaşlarına katılan Atatürk’ün yaşamı, kendi deyişiyle, çadır ile barakalarda geçmiş, sırtı sıcak yatak az görmüştü.

Sakarya Savaşı’ndan önce Ankara Tren Garı yakı- nında bir evde oturan, uğrakları hiç eksik olmadığından, Çankaya’da bir Levanten’in yaptırdığı Çankaya Köşkü diye bilinen kırsaldaki eve taşınmıştı. O bile derme çatmaydı ancak Ankara ile kalesini kartal yuvasından görüyor, oradan baktıkça Ata, Ankara’nın neresine ne yapacağına karar veriyordu; ‘Şuraya, opera, şuraya top sahası, şuraya çiftlik, şuraya baraj, şuraya kamutay…)

O dönemde Ankara’da devitken-motorlu binek sayısı iki elin parmaklarından azdı. Gar’dan Çankaya’ya tozlu yollardan 20 dakikada çıkılırdı. Annesi Zü- beyde Hanım ise, kendi isteğiyle Ankara içinde başka bir evde otururdu. Zübeyde Hanım mavi gözlü, erkin, sert, inatçı, inancına bağlı, gelenekçi bir kadındı. Ata, yanında bulundurduğu yeğeni Fikriye’yi her ertendesabah kolaçan etmesi için annesine yollar, ayrıca kendisi de günlük işlerinin bitiminde annesinin elini öpmeye giderdi.

Afyonkarahisar’daki 26 Ağustos 1922’de başlayacak Kurtuluş Savaşına kadar Atatürk, Çankaya’da kalarak, devrimlerini sürdürmüştür. Ayrıca, Ankara ile Anadolu’da yapmayı düşündüğü; bayındırlık, sanat, ekin-kültür etkinlikleri, eğitim, toplumun tüzel-hukuki ile yönetsel düzenlemeleri üzerine danışmalar ile dü- şünce geliştirmeye ayırmıştı. Çankaya köşkünün bah- çesinde güller çoğunluktaydı. Ata kahvaltılarında birkaç kaşık gül reçeli yerdi. Evde, Ata’nın içeri sokulmasından hoşlanmadığı biri Van, diğeri Ankara kedisi ile büyükçe, bir tay gibi İngiliz köpeği vardı. Ayrıca evde, 1897 Selanik doğumlu Fikriye ile 1881 do- ğumlu Ata, yazmanı Hayati, koruması Hamdi ile 25- 30 tane yardımcısı barınırdı. Fikriye, Ata’nın babası öldükten sonra, annesi Zübeyde Hanım ikinci kocası- nın yeğeniydi. Ata ile kan bağı yoktu. Fikriye ile annesi hastaydı. Fikriye; koyu kahve renkli cildi, karakaşları olan, zayıfça ince tinli-ruhlu bir kadındı. Fikriye, evlenerek gittiği Mısır’dan bir yıl sonra dul olarak döndü. O, Zübeyde Hanımın isteğiyle, Ata’nın yardımcılığını üstlenmek üzere Çankaya’da tutuluyordu. Ata’ya çok düşkün olan Fikriye, Zübeyde Hanım için bir gelin adayı, ancak Ata için bir ev arkadaşıydı. Ata ona; kuzin diye çağırırdı. O da onu koca adayı, bir sevgili olarak görür, ona buna Ata ile evleneceğini söyler, Ata’yı her kadından sakınır, kıskanırdı. Dedikodular, Ata’nın onunla birlikte olduğunu söylese de, Ata buna değinecek bir söz etmezdi. Fikriye’nin ona duyduğu gönül yakınlığından da rahatsız olurdu.

Oldukça bilge, ötken-tarih ile mitoloji, ekin-kültür, uluslararası ilişkiler bilgisi boyutsuz, bir betik-kitap kurdu olan Ata, aydın kadınlarla bile üst düzeyden konuşurken onları etkisi altında bırakırdı. Ancak konuş- malarının alaycı mı, yoksa ciddi mi olduğu anlaşılamazdı. Sakarya Savaşından sonra tam bir kaymak, özden-aristokrat takımı yaşantısı içindeydi. Her gün erkenden sinekkaydı sakal tıraşını olur, açık renkli bıyıkları ile oldukça düzgün taralı, sarı saçları pırıl pırıl parlardı. Her zaman ütülü giysileri, günün önemi ile konusuna uygundu. Akşamları, yeni kuracağı Türkiye Cumhuriyeti devrimleri üzerine çağırdığı uzmanlarla yemekli, içkili toplantılar yapar, ancak yemek 24.00 dolayında yenirdi. İçkileri kadehlere, ince parmaklarıyla tuttuğu şişeden, doğrudan doğruya kendisi koyardı. Sonrasında, dostlarıyla içkili söyleşiler yapılır, piyano çalarak Rumeli şarkıları ile türküleri söyler, parasına poker oynardı. Bu dostları arasında yabancı bildiriciler-muhabirler özellikle bulunur, onlara yabancıların Türkiye’de nasıl yayılmacı, sömürücü bir düşünceyle bulunduklarını, ayrıca Türkleri uygarlaştı- racağız diye nasıl subayları öldürüp, Türk kadınlarını kirletip, toplumun canına kıydıklarını yazmalarını, savaşlardan Türklerin gösterdiği baturluklar ile yılmazlığı yazmalarını isterdi. Bu bildiricilerden biri de Chicago Clarion çağımı-gazetesi bildiricileri olan; 28 yaşındaki Jeff Barrett ile ondan birkaç yaş genç eşi Evelyn Barrett idi. Burada yazdığım anıların kaynağı da Evelyn Barrett olup, anıları betikleştiren-kitaplaştıran Catherine Gavin’dir (The Hause of War-Aşkta ve Savaşta Mustafa Kemal, 8.Baskı, 2007).

Ancak, bildiriciler bu gerçekleri yazsalar bile ABD, İngiltere ile Fransa’da Yunan sevecenliği olması nedeniyle, çağımlarca-gazetelerce tam tersine yazılırdı. Atatürk anlatıyor; ‘Öyle değil mi? 1919’da İngiliz Lloyd George’un Venizolos’u Megalo İdea konusunda inandırmasıyla, ‘İşte siz Yunan’a unutulmayacak bir fırsat yaratıyoruz. Ordunuzla Anadolu’ya çıkın, Birle- şik Krallık her türlü yardımla arkanızdadır. Sizde tek isteğimiz, Türk’ün adının Anadolu ile ötkenden-tarihten kaldırılması, kazınmasıdır.’ ‘Böylece, ilk Yunan ordusu 15 Mayıs 1919’da, bugün adı Alsancak olan Punta’ya ayak basar. Onu, Punta Metropoliti olan Başpikopos Hristos haçı kaldırarak karşılar. İzmir’de her yer mavi beyaz Yunan bayrağı ile onları karşılayan beyazlar giymiş Rum kızlarınca karşılanır.’ ‘O sı- rada, Padişah Vahdettin’in buyruğu ile camilerden salalar okunarak, Yunan ordusu mutlulukla karşılanırken, camilerde Sultan’ın buyruğuyla toplumu yatıştı- ran öğütler-vaizler veriliyordu; ‘Yunan ordusu dosttur. O, Anadolu’ya İslam Dinini kurtarmak, ayrıca hain, haydut Kemal’den kurtarmak için geliyor. Onlara iyi davranılsın.’ Osmanlı paşaları ile garnizonu İzmirPunta kordon boyunda Türk toprağına ayak basan Yunan ordusu, önde paşalar olmak üzere, selam durarak karşıladılar. Albay ile arkasından Yunan Sancaktar’ı karaya ayak basınca, Hristos, Haç ile Yunan albayı kutsar, sonra ayaklarına kapanarak; ‘İşte, sonunda bu kutsal, ulu bir gündür. Anadolu’da içeceğiniz her Türkün kanı sizi Tanrı katında ödüllendirecek, cennete gideceksiniz’ der.

Bu sırada kalabalık arasından, 30 yaşlarında bir çağımcı-gazeteci olan Hasan Tahsin çıkar, elindeki tabancayı Yunan sancaktara doğrultup, ‘Dan dan dan’ diye sıkarak, yere devirir. Bunun üzere, Yunan müfrezesi süngülerle Hasan Tahsin’i oracıkta öldürürken, onları esenleyen-selamlayan Osmanlı Paşalarını da kurşun sıkarak öldürürler. Yunan’ı karşılayan Osmanlı garnizonunu da tutuklayarak götürür, tümünü de öldürürler. Kıyım bununla bitmez, kente girerek Müslü- man kadınları tecavüz edip öldürürken, Hristos’un güdülemesiyle İzmir yolları kan çanağına döner. Ancak bu yabancı basında nasıl mı çıkar şöyle; ‘Anadolu’yu uygarlaştırmak için gelen Yunan ordusuna haydut Kemalistler saldırdılar. Yerli Rum halkını kıyım kıyım kıydılar.’

Düşünebiliyor musunuz, yurdu Yunanca ayak basılan Osmanlı Camileri, ‘Yunana karşı çıkılmasın, ona yardımcı olunsun diye kendi toplumunu öğütlerken, Yunan kilisesi Türk kanı için, vurun, kırın öldürün diye buyruk veriyordu.’ Hani dinler barış içindi? ‘Anla- şıldı mı? Sizden doğru bildirim yapmanızı, Yunan’ın gerçek yüzünün dış ülkelere iyi yansıtılmasını bekliyorum.’ İşte yabancı elçilik görevlileri, bildiricileriyle sürdürülen bu gibi, gece yarısı başlayan düşünce ile eğlence toplantıları gün ağarıncaya dek sürerdi. Ço- ğunlukla Ata, piyano başına geçerek, Selanik türküleri çalıp söylerken piyanonun başında sızıp kalırdı. Sanki Ata, 8 saat uyumuş gibi birkaç saatlik uykudan dimdik kalkardı. Bir İngiliz at binici gibi at giysilerini giyer, Osmanlı’nın Eskişehir at yetiştirme yerinde el konulan atlardan birine, kırsal kesimde binerdi. Bu binişleri, yine emir subayı sarışın Arif albayla yapardı. Binme sırasında birkaç koşu yarışı yaparlar, son yarışta, Çankaya’da atları tırıs koşturarak biterdi. Yıkanır, kahvaltı- sını yapar, giyinir kuşanır, gündüz görevlerine dönerdi. 10.00’da bakanlar kurulu Çankaya’da toplanır, sonrasında yabancı elçiler ile diğer uğrak buluş- malarını sürdürürdü. Bir günde uykusu 2 ile 3 saat ile sınırlıydı. (Sürecek)

Önceki ve Sonraki Yazılar