TÜRKİYE VE DÜNYA GÜNDEMİ
11 OCAK 2021
İÇ POLİTİKA
1. Bir yandan demokratikleşmeden, reformdan söz eden iktidar, diğer
yandan toplumsal baskıyı artırmaya devam ediyor.
DIŞ POLİTİKA
2. 6 Ocak’ta ABD’de yaşananlar bir yandan demokrasilerin ne kadar kırılgan
olduğunu gösterirken, diğer yandan hukuk devleti, yargı bağımsızlığı ve
‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinin ne kadar hayati olduğunu sergiledi!
3. Trump’ın azledilmesi gündemde, ‘Başkomutanlık’ unvanının alınması
tartışılıyor!
4. Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) zirvesinde Katar ve diğer ülkeler arasında
uzlaşma sağlandı!
5. Yunanistan ile İsrail arasında savunma alanındaki işbirliği hızlanıyor.
6. Mısır, Libya’da Trablus yönetimiyle üst düzey diyalog başlattı!
EKONOMİ
7. Servet affıyla Türkiye, Kara Para Cenneti’ne mi dönüştürülüyor?
8. Dış ticaret açığı, cari açık riskini büyütüyor!
9. Yıllık ihracat gerilerken, ithalatın artmış olması yaklaşık 25 milyar dolara
ulaşan ve üretken olmayan Altın İthalatından kaynaklanmaktadır.
10. Yİ-ÜFE ile TÜFE arasındaki 11 puana yaklaşan fark, enflasyonun
yükselişini sürdüreceğini gösteriyor!
11. İngiltere ile Türkiye arasında imzalanan Serbest Ticaret Anlaşması (STA)
Türkiye ekonomisi adına önemli bir adımdır.
12. Hazinenin yaklaşık 20 milyar TL borçlanmaya gitmesi, kaynak sıkıntısının
ve bütçe imkânlarının zorlu bir tablo ile karşı karşıya olduğunu
gösteriyor!
Bir yandan demokratikleşmeden, reformdan söz eden iktidar, diğer
yandan toplumsal baskıyı artırmaya devam ediyor. 6 Ocak’ta yayınlanan
3374 sayılı Cumhurbaşkanı kararıyla yürürlüğe konulan yönetmelik
değişikliğiyle emniyet güçlerine ve asli görevi istihbarat olan MİT’e, TSK
silahlarının bedelsiz-belgesiz devri, MİT tarafından ‘dost-müttefik ülkelere’
TSK silahlarının ‘belgesiz-bedelsiz’ gönderilmesine olanak sağlanıyor!
CB Erdoğan imzasıyla 6 Ocak 2021 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan
yönetmelik değişikliği dikkat çekici ve endişe verici bir düzenlemedir. Söz
konusu kararla TSK, MİT, EGM, JGK ve SGK Taşınır Mal Yönetmeliği'nde
değişiklik yapılarak, milli güvenlik, kamu düzeni ve kamu güvenliğini ciddi
şekilde tehdit eden terör, toplumsal olaylar ve şiddet hareketlerinin meydana
gelmesi durumunda TSK, Emniyet ve MİT'in taşınır mallarını herhangi bir şarta
bağlı olmadan birbirine devredebilmesinin önü açılmaktadır. Yönetmelikte
yapılan bir başka değişiklikle de “Taşınır mal işlem belgesi düzenlenmeyecek
mallar” maddesinde “Milli Savunma Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığınca
uluslararası anlaşmalara dayanılarak dost veya müttefik ülkelere ve bu
ülkelerde bulunan kamu veya özel nitelikli kurum ve kuruluşlara mal ve
hizmetin yardım olarak verilmesi maksadıyla tedarik edilecek taşınırlar" ifadesi
eklenmektedir. Her ne kadar söz konusu taşınır mal devrine ilişkin olarak milli
güvenlik, terör olayları vb. gerekçeler sıralansa da gerçek amaç ve sınırlar
belirsizdir.
Uluslararası anlaşmalara dayanılarak "Dost ve müttefik" ülkelere taşınır mal
işlem belgesi olmaksızın taşınır malların (silahların) sevkiyatının ‘yardım’ olarak
bedelsiz şekilde yapılmasının amacı nedir? Hangi ülkeye TSK silahları bedelsiz
ve belgesiz gönderilecek? NATO ittifakındaki müttefiklerimizin TSK’nın silah
yardımına ihtiyacı olmayacağına göre, bedelsiz-belgesiz TSK ve MİT tarafından
taşınır mal gönderilecek diğer “dost ve müttefik ülkeler” hangileri? Trablus
yönetimiyle askeri işbirliği anlaşması imzalanıp, süresi 18 ay uzatılan Libya mı?
Tank-Palet fabrikasını bedelsiz verdiğimiz Katar mı?
Bu yönetmelik değişikliği ve TSK silahlarının devri düzenlemesi konusunda
iktidarı, ülkemizin huzur ve sükûneti, toplumsal barışın, kardeşliğin, birlikberaberliğimizin korunması doğrultusunda tüm samimiyetimle uyarmak
isterim. Şayet ülkemiz, toplumumuz böylesi büyük bir tehdit altındaysa da bu
tehditleri meclise ve kamuoyuna açıklamasını, tüm toplumu duyarlı olma, ülke
barışına sahip çıkma konusunda somut gerekçeleriyle bilgilendirmesi
gerektiğini hatırlatırım.
6 Ocak’ta ABD’de yaşananlar bir yandan demokrasilerin ne kadar
kırılgan olduğunu gösterirken, diğer yandan hukuk devleti, yargı bağımsızlığı
ve ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinin ne kadar hayati olduğunu sergiledi. Seçilmiş bir
başkanın ülkeyi içine sürüklediği tehlikeli süreç karşısında, başkan yardımcısı
ve parlamento, bu yeminin ve anayasanın işlerine gelmediğinde yok
sayacakları bir unsur olmadığını gösterdiler!
ABD’de beklenen oldu ve Kongre’nin seçim sonuçlarını resmen tescil edeceği
oturum öncesinde Trump’ın başkent Washington’a çağırdığı taraftarları, yine
onun çağrısıyla ABD parlamentosuna yürüyerek baskın gerçekleştirdiler ve
seçim sonuçlarının oylanacağı oturumu engellediler. Güvenlik güçlerinin
duruma hâkim olması ardından gerçekleşen oturumda 3 Kasım seçimlerinin
sonucu onaylandı ve Joe Biden’ın seçilmiş başkan olduğu ilan edildi.
Kendisi 3 Kasım 2016’da seçim kazanarak başkan olan Trump’ın kaybettiği bir
seçimin sonucunu ve seçmen iradesini ‘hile’ bahanesiyle tanımama girişimini,
taraftarlarını isyana çağırmaya kadar vardırması, parlamentoyu basmaya teşvik
etmesi demokrasinin siyasiler tarafından ‘içselleştirilmesinin, zihinsel ve
vicdani kabulünün’ önemini bir kez daha tüm dünyaya gösterdi.
Sözde demokrasi, demokratikleşme, hukuk, adalet, anayasa, seçim, sandık,
milli irade, yargı bağımsızlığı, hukuk devleti vb. kavramları dillendirip, özde bu
kavramların tamamını kişisel iktidar ve ikbali yitirmeme uğruna kullanmanın,
istismar etmenin demokrasiler için, kitlelerin kandırılması ve
yönlendirilmesinde ne denli tehlikeli olduğu gözler önüne serildi. Tüm dünya 6
Ocak gecesi canlı yayında seçilmiş bir başkanın kendi ülkesinin demokrasisine
yönelik suikast girişimini izledi.
Başkan Trump, seçimleri kaybedeceğini anlayınca kampanyasında “hile”
gerekçesini öne sürerek önce büyük bölümünü kendi döneminde atadığı yerel
ve federal yargıyı devreye sokmaya çalıştı. Tüm bu hamleler gerçekte bağımsız
yargının, siyasetten talimat almayan yargıçların, anayasal güvence altındaki
yargıç teminatının bir demokraside, hukuk devletinde ne kadar hayati ve
vazgeçilmez olduğunu gösterdi.
Trump’ın seçim sonuçlarına yönelik olarak açtığı 60’ı aşkın davada öne sürdüğü
‘hile’ iddiaları, federal mahkemelerce reddedildi ve sonucun hukukiliği yönünde
kararlar verildi. Bağımsız mahkemeler ve yargıçlar verdikleri kararlarla
kendilerini atayan Başkana, siyasal iktidara değil, ABD Anayasasına ve Hukuk
Devletine sadakatlerini, bağlılıklarını ortaya koydular.
Şimdi 20 Ocak’taki devir teslime kadar Trump’ın görev yapıp
yapmaması, daha büyük tehlikeli kararlara imza atma riski ve Kongre
tarafından azledilmesi gündeme geldi. Öncelikle Nükleer Silahları harekete
geçirebilme yetkisi, giderayak ülkeyi bir savaşa sürükleme olasılığı dile
getirilerek, ‘Başkomutanlık’ unvanının alınması tartışılıyor!
Bu çerçevede, ABD Anayasası’nın Başkan’ın bizzat kendi kabinesi tarafından
görevden alınmasına ilişkin 25. maddesi uzun bir aradan sonra tekrar
gündeme geldi. Suikasta uğrayan ABD Başkanı John Fitzgerald Kennedy’nin
öldürülmesi ardından anayasaya eklenen 25. madde Başkan’ın “zihin ya da
bedensel sağlık durumu” nedeniyle veya “ülke için tehdit ve tehlike yarattığı
zaman” Başkan Yardımcısı ve kendi kabinesinin oy çokluğuyla görevden
alınmasını öngörüyor.
Demokratların çoğunlukta olduğu Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi,
Trump’ın ‘ülkeyi tehlikeye attığı’ gerekçesiyle 25. madde kapsamında görevden
alınabileceğini, azledilmesi gerektiğini söylüyor. Devir-teslim törenine
katılmayacağını ilan eden Trump açısından 20 Ocak’a kadar olan sürede böyle
bir sürecin işletilmesi ihtimali belirdi. Başkanlıktan ayrıldıktan sonra
dokunulmazlığı kalkacak olan Trump açısından çeşitli yolsuzluk, usulsüzlük,
vergi soruşturmaları, hukuka aykırı kararlar vb. nedenlerle açılmış çok sayıda
davadan yargılanma ve mahkûmiyette gündemde. 6 Ocak’ta yaşananlar
sonrasında ise bu davalara; darbe teşebbüsü, başkanlık yeminine sadakatsizlik,
başkanlık görev ve yetkilerini kötüye kullanma gibi gerekçelerle de ‘siyasi
ihanet’ davası açılabileceği kaydediliyor. Trump’ın bu olasılığa karşı kendisi,
ailesi ve yakın çevresi için başkanlıktaki süresi dolmadan özel af çıkartıp
çıkartamayacağı konusunda avukatları ve bazı önde gelen hukukçulara danıştığı
da ABD medyasında yer aldı. Trump’ın kendisi için çıkartacağı olası özel affın
mahkemelerde kabul görüp görmeyeceği tartışılırken Joe Biden’ın Adalet
Bakanlığı’na atadığı Merrick Garland’ın bu konuda resen harekete geçebileceği
dile getiriliyor.
CB Erdoğan’ın 6 Ocak olaylarını “Demokrasinin Kara Gecesi” diye
nitelendirmesine karşılık, AİHM kararlarını tanımadığını, önüne geleni terörist
ya da terör örgütü diye suçladığını biliyoruz. İstanbul seçimlerinin sonucunu
tanımayan, yargıya baskı yaparak iptal ettiren, referandumda mühürsüz oy
pusulalarını son dakikada YSK’ya baskıyla geçerli saydıran iktidar ve
sözcülerinin ABD’ye seçime, sandıktan çıkan iradeye saygı çağrısı yapması
kimse tarafından samimi ve inandırıcı bulunmuyor!
2017’de Suudi Arabistan ve BAE önderliğinde Mısır’ın da yer aldığı
ülkelerle Katar arasında baş gösteren anlaşmazlık ve sonrasında uygulamaya
konulan abluka ile ambargo sonlandırıldı. Körfez İşbirliği Konseyi (KİK)
zirvesinde Katar ve diğer ülkeler arasında varılan uzlaşmayla hava-kara-deniz
sınırları açılırken, diplomatik-ticari ilişkiler yeniden başladı. Türkiye açısından
bu anlaşmanın farklı yansımalarının olması beklenmelidir.
Geçtiğimiz hafta Suudi Arabistan’da Ula’da gerçekleşen Körfez İşbirliği Konseyi
(KİK) zirvesine uzun bir aradan sonra davet edilen Katar Emiri ile Suudi
Arabistan, BAE, Bahreyn ve Kuveyt arasında varılan uzlaşma anlaşmasıyla,
sınırlar açıldı, diplomatik ve ticari ilişkiler yeniden başlatıldı.
Ancak açıklanan sonuç bildirisinde 2017 yılında gündeme getirilen
ültimatomdaki koşulları Katar’ın kabul edip etmediği yer almadı.
Dolayısıyla hâlâ bir pazarlık sürecinin devam ettiği, diğer konuların
zamana yayıldığı söylenebilir!
Aslında KİK zirvesindeki bu uzlaşma büyük ölçüde ABD’deki yönetim
değişikliği öncesinde Biden’ın Körfez ve Ortadoğu’ya dönük
politikasında olası değişime hazırlık amacıyla biraz da zoraki
gerçekleşmiş görünüyor!
İran ile varılan 5+1 Nükleer Anlaşması’ndan ABD’yi çeken ve İran’a yaptırımları
devreye sokan Trump’tan sonra Biden yönetiminin Obama dönemindeki gibi
İran ile yeniden ilişkileri rayına koyma yoluna koyma arayışına girmesi ihtimali
mevcut. Ancak İran’ın uranyum zenginleştirme programına yeniden başladığını
açıklaması ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun bunu teyit etmesi, Biden
yönetimiyle İran’ı karşı karşıya getirebilir. Bu yüzden Körfez ülkeleri, İran ile
ilişkileri devam eden Katar’ı yanlarına çekmeye yöneldiler. Uzlaşma sonrasında
Katar, İran ile ilişkilerin düzeyini düşürmeye yönelebilir. Katar ayrıca bir süredir
İsrail ile yakın ilişki içindeydi. Son dönemde İsrail ile Arap ülkeleri arasında art
arda imzalanan anlaşmalara Katar’ın da katılması büyük ihtimal.
Bu anlaşma Türkiye açısından uzun süredir BAE, Bahreyn, Suudi Arabistan,
Mısır ile olan ilişkilerdeki gerilimin, kopukluğun Katar üzerinden yeniden
normalleştirilmesi olanağını sağlayabilir. Benzer şekilde İsrail ile de ilişkilerin
tekrar başlatılmasına olumlu bir zemin hazırlayacaktır. Buna karşılık Katar,
Müslüman Kardeşler ve Hamas’a destek konusunda mesafe koymaya yönelebilir.
Dolayısıyla ilişkilerin normalleştirilmesi adına iktidarın İhvan ve Hamas
konusundaki tutumunu gözden geçirmesini zorunlu kılacak bir tablonun
ortaya çıkması ihtimali oldukça yüksek görünüyor!
Yunanistan ile İsrail arasında savunma alanındaki işbirliği ve ilişkilerin
geliştirilmesi adımları hızlanıyor. Yunanistan’ın son dönemde silahlanmaya
hız veren adımlarla farklı ülkelerden yaptığı alımlara İsrail ile 5 Ocak’ta
açıklanan yeni anlaşma eklendi. Yaklaşık 2 milyar dolarlık anlaşmayla
Yunanistan Hava Kuvvetleri’nin 10 adet son teknoloji savaş uçağı alımı ve
Yunan pilotların eğitimi hayata geçirilecek.
İsrail’in özellikle savaş uçağı ve SİHA teknolojilerini satma konusunda çok titiz
davrandığı, Türkiye’ye bu konuda oldukça sıkıntı yarattığı göz önünde
tutulduğunda, şimdi Yunanistan’a yapılan bu satış ve yüksek teknoloji transferi
ile pilotların eğitimi anlaşması iki ülke arasındaki ilişkilerin ileri boyutlara
taşındığını gösteriyor.
Yunanistan, son dönemde Türkiye'yle sınırı gözetlemek ve Türkiye üzerinden
Yunanistan’a kaçak göçü önlemek amacıyla İsrail'den insansız hava araçları
(İHA) kiralıyor. Mısır da Doğu Akdeniz’de enerji ve askeri işbirliği amaçlı olarak
Yunanistan ve GKRY ile anlaşmalara imza atarken, son olarak Yunanistan ile
Deniz Sınırları Anlaşması’nı imzalayıp, parlamentosunda onayladı. MısırYunanistan arasındaki bu anlaşma BM tarafından da onaylandı.
Hatırlanacağı gibi, Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev Türkiye-İsrail
arasında arabuluculuk önerisini gündeme getirmişti. Körfez ülkeleri ile Katar
arasındaki anlaşmazlığı çözüme kavuşturan anlaşmanın imzalanmasından
sonra Katar’ın da Türkiye-İsrail arasında ilişkilerin normalleştirilmesi sürecinde
arabulucu olabileceğini öngörmek yanlış olmaz.
Ancak Türkiye-İsrail ilişkilerinin rayına girmesi eş zamanlı olarak TürkiyeYunanistan ve GKRY ilişkilerinin de düzeleceği anlamına gelmiyor. Özellikle Ege
ve Doğu Akdeniz’de gerilimi besleyen sorunların çözümü için TürkiyeYunanistan diyalogu gerekiyor. İktidar bu konuda Doğu Akdeniz’de tüm taraf
ülkelerin katılımıyla uluslararası bir konferans düzenleme önerisini ortaya attı.
Yunanistan ve GKRY artık sorunu ikili ya da üçlü müzakere yoluyla ele almak
yerine AB’yi devreye sokarak, DOĞU AKDENİZ-EGE meselesini bir TÜRKİYEAB SORUNU konumuna getirmeyi hedefliyor. Bu da önümüzdeki dönemde söz
konusu sorunlarda AB üyesi Yunanistan ve GKRY’ye tam destek açıklayan AB’nin
Türkiye’nin muhatabı olacağını ve çözümün daha da zorlaşacağını işaret ediyor.
AB ve ABD’yi yanına almanın ötesinde İsrail ve Mısır ile de ortaklaşa hareket
eden Yunanistan ile GKRY’nin, Türkiye’yi yalnızlaştırma ve köşeye
sıkıştırma adımlarına hız vereceklerini, öngörmek durumundayım!
Mısır, Trablus yönetimiyle yakınlaşma çerçevesinde üst düzey bir siyasi,
askeri ve istihbarat yetkililerinden oluşan heyetle Trablus’a çıkartma
yaparken, Libya İçişleri Bakanı Fethi Başağa uluslararası ajanslara yaptığı
açıklamada Türkiye ile ortaklaşa büyük bir operasyona hazırlandıklarını terör
örgütleri ve insan kaçakçılarını hedeflediklerini duyurdu!
Mısır’ın siyasi çözüm sürecinde gerçekleşen toplantılara ev sahipliği yapmasının
ardından Tunus’ta devam eden müzakerelerde tarafların 2021 Aralık ayında
seçim ve kalıcı ateşkes için anlaşmaya vardıkları açıklanmıştı. Bu anlaşma
kapsamında ülkedeki yabancı askeri birliklerin ve paralı askerlerin üç ay içinde
çekilmesi öngörülüyordu.
Geçtiğimiz hafta Libya İçişleri Bakanı ve Adalet ve İnşaat Partisi Başkanı Fethi
Başağa yakında Türkiye ile birlikte ortak bir harekât başlatılacağını hedefin Batı
Libya’daki insan kaçakçıları ve terör örgütleri olacağını açıkladı. Başağa, Avrupa
ülkelerinden ve ABD’de göreve başlayacak Biden yönetiminden de kendilerine
askeri destek gelmesini beklediğini, Libya’yı terör örgütleri ve insan
kaçakçılarından arındırmak istediklerini kaydetti.
Türkiye’nin tezkereyi 18 ay uzattığı, Hafter ile karşılıklı suçlama ve saldırı
tehditlerinin yaşandığı bir aşamada dikkat çekici bir hamle Mısır’dan geldi.
Bugüne kadar Hafter ve Tobruk yönetimini destekleyen, Sirte ve Cufra’yı
‘kırmızı çizgi’ ilan eden Sisi, oldukça üst düzey bir Mısır heyetini Trablus’a
göndererek UMH yönetimiyle diyalog ve ilişki süreci başlattı.
Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet
Komutanlarıyla gerçekleştirdiği Trablus ziyaretinin hemen ertesinde UMH ile
temaslar için Trablus’a gelen Mısır heyetinde dışişleri, silahlı kuvvetler ve
istihbarat birimlerinin üst düzey yöneticileri yer aldı. Böylece Mısır Tobruk’taki
yönetim ve Libya Ulusal Meclisi’nin (LUM), LUO’nun yanı sıra Trablus
yönetimiyle diyalog başlatmış oldu. Türkiye ise LUM ile diyalogu reddediyor.
Mısır heyetinin, Trablus yönetimine Sisi’nin Türkiye’den silah alımlarını
durdurması, Libya topraklarında Türk askeri üslerine izin verilmemesi
isteklerinin Sarrac’a iletildiği kaydedildi.
Bugüne kadar yoğun şekilde Doğu Libya’ya, Tobruk ve Hafter ile ilişkilere
odaklanan Mısır’ın, şimdi Batı Libya ve Trablus yönetimiyle ilişkiye geçerek bu
hamlesini diplomatik misyon açılışı ile sürdürmeye yönelmesi, Fransa, Rusya,
BAE ve Suudilerin de desteğinin arkasında olduğu düşünüldüğünde önemli bir
adımdır. Libya’da yeni ve sıcak gelişmelerin habercisi olarak görülmelidir!
Gelir İdaresi Başkanlığı’nın Servet Affı ve Varlık Barışı adı altında
yürürlüğe giren yasal düzenlemeyle ilgili yayınladığı uygulama rehberine
göre, Türk vatandaşı olmayanlara da yurt dışındaki kaynağı belirsiz, beyan
edilmemiş varlıklarını Türkiye’ye getirme imkânı sağlanıyor. Valizlerle fiziki
olarak para ve kıymetli maden, mücevher getirme olanağı tanıyan bu
uygulamalar Türkiye’yi ‘Kara Para Cennetine’ dönüştürme adımıdır!
Gelir İdaresi Başkanlığı’nın (GİB) rehberine göre, yurtdışında dövizi serveti,
beyan etmediği vergisi ödenmemiş kazancı bulunanlar, Türkiye’de vergi
mükellefi ya da vatandaş olup olmadığına bakılmaksızın Türkiye’deki bir
bankaya yapacağı bildirimle parasını transfer edebilecek. Bu varlıkla ilgili hiçbir
sorgulama ya da vergi incelemesi yapılmayacak. Türk vatandaşı ya da yabancı
uyruklu servet sahipleri dilerse, dövizini, altınını, mücevherini veya diğer
menkul varlıklarını, bavullarla, çantalarla, kargo araçlarıyla ‘fiziki’ olarak da
getirip gümrükten sorgusuz geçirecek. Bunun için sadece gümrüğe bildirimde
bulunması ve gümrükten bir belge alması yeterli olacak.
1 Ocak’tan geçerli olmak üzere başlayan ve 30 Haziran’a kadar sürecek olan
servet taşıma işlemlerine ilişkin başvurular doğrudan kişilerin kendisi
tarafından değil, vekiller kanuni temsilciler tarafından da yapılabilecek.
Bildirilen varlıklara ilişkin herhangi bir belge talep edilmeyecek. Bildirimler TL
değeri üzerinden yapılacak. GİB uygulamasıyla yurtdışında sahip olunan
mülkler, paraya çevrilerek varlık barışından yararlanabilecek. Kanunun çıktığı
17 Kasım itibarıyla yurtdışında dövizi, serveti, beyan etmediği varlığı bulunan
bir kişi, Türkiye’de vergi mükellefi olmasa da varlık barışına başvurabilecek.
Türkiye’deki bir bankaya yapacağı bildirim sonrası parasını aktarabilecek ve bu
dövizle ilgili herhangi bir vergi hesaplanmayacak, vergi incelemesi
yapılmayacak. Şirketlerin ortaklarının da yurt dışı hesaplarında bulunan döviz,
altın, menkul kıymet vb. varlıklar aynı şekilde getirilebilecek. Yurtdışındaki
varlıklar, yurtdışındaki bankalardan kullanılan ve 17 Kasım 2020 itibarıyla
kanuni defterlerde kayıtlı olan kredilerin ödenmesinde de kullanılabilecek. Bu
tip ödemelerde ise paranın Türkiye’ye getirilme şartı da aranmayacak.
İktidarın bugüne kadar yedi kez yürürlüğe koyduğu servet affı ile ülkeye giren
kayıt dışı para, döviz, varlıkların tutarı bilinmiyor. Bunlar şeffaf şekilde Maliye
verilerinde görünmediği gibi kamuoyuna da açıklanmıyor. Kaynağı belirsiz ya da
yurt dışına çıkarılan servetlerin getirilmesi için servet sahiplerine tanınan bu
dokunulmazlık ve ayrıcalıklar, vergi-sorgu-bildirim muafiyetleri iktidarın
tercihinin kimlerden yana olduğunun en somut kanıtıdır!
TÜİK ve Ticaret Bakanlığı işbirliği ile hazırlanan dış ticaret verilerinin
Aralık 2020 aylık ve yıllık sonuçları açıklandı. İktidarın her dediğini sorgusuz
alkışlayan Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM), ‘Salgına rağmen rekor ihracat,
Türkiye dış ticarette pozitif ayrıştı’ açıklamalarıyla gerçek tabloyu
kamuoyundan saklıyor! 50 milyar dolara yaklaşan DIŞ TİCARET AÇIĞI aynı
zamanda CARİ AÇIK riskini de büyütüyor!
2020 Aralık ayında 17,8 milyar dolar olarak gerçekleşen aylık ihracat, 2019’un
aynı ayında 15,4 milyar dolar olan ihracata kıyasla yüzde 16’lık bir artışı ifade
etmektedir ve bugüne kadar aylık düzeyde gerçekleşen en yüksek aralık ayı
ihracatıdır. Oysa asıl bakılması gereken veri, 2020 yıllık ihracat tutarıdır.
2020 toplam ihracatı 2019’un 180,8 milyar dolarlık yıllık ihracat toplamına
kıyasla yüzde 6,26 düşüş göstererek 169,5 milyar dolar tutarında gerçekleşti.
Salgın sürecine, ihraç pazarını oluşturan başta AB pazarı olmak üzere diğer
ülkelerde COVID19 nedeniyle uygulanan sınır kapatma ve seyahat yasaklarına
rağmen 169,5 milyar dolar azımsanmayacak bir ihracattır. Ancak söylendiği gibi
rekor bir ihracat değildir.
Hatta İktidar, OVP’de yer alan 2023’te 500 milyar dolarlık ihracat
hedefinden sessizce vazgeçmiştir!
2020 yılının toplam tutarında ihracatta azalma olmasına rağmen ithalatta
yüzde 4.32’lik bir artış yaşandı. 2019’da 210,3 milyar dolar olan toplam ithalat
2020 yılında 219,4 milyar dolara yükseldi. Bu gelişmelerin sonucu olarak da
esas önemli değişken olan dış ticaret açığı yüzde 69,1 artışla 29,5 milyar
dolardan bu yıl 49,9 milyar dolara yükseldi!
Türkiye ekonomisinin büyümediği dönemlerde hem dış ticaret açığı hem de
cari açık azalıyor, bu olağan bir durum. Oysa geçen yılın verilerinde
büyümeden, üretim artışı ve ihracat artışından kaynaklanan bir dış ticaret açığı
söz konusu değil. Yıllık 50 milyar dolara varan dış ticaret açığına karşılık Türkiye
ekonomisi hem büyümedi hem de ihracatı geriledi.
Ekonomik büyümenin pozitif ve yüksek oranlı olduğu yıllarda Türkiye
ekonomisi üretim ve ihracat artışı, ekonomideki dinamizm nedeniyle yüksek dış
ticaret açığı ve cari açık vermektedir. Oysa 2020 yılında salgın nedeniyle sert
biçimde daralan, eksi büyüyen bir ekonomik tablo ortada. Yapılan öngörüler
yılsonu büyüme hızının ekside kalacağı en iyimser tahminler ise yüzde 0,5 ya
da 0 düzeyinde bir büyüme olacağı yönündedir!
Yıllık ihracat gerilerken, ithalatın artmış olması yaklaşık 25 milyar
dolara ulaşan ve üretken olmayan Altın İthalatından kaynaklanmaktadır.
2019 yılında toplam 13,4 milyar dolar olan kıymetli metal ithalatı, 2020
yılında toplam 26,6 milyar dolara ulaştı. Kıt döviz kaynaklarının servet
biriktirme amaçlı ithalat için kullanılması, ekonomiye ve ekonomi yönetimine
güvensizlikten kaynaklı korunma kalkanıdır!
Geçmiş dönemlerde dış ticaret açığındaki ve ithalattaki artışın en önemli
nedeni sanayide ve ihracata dönük üretimde kullanılan ara malı, hammadde,
yatırım malı ithalatı idi. Hem büyümenin olmadığı hem de yüksek dış ticaret
açığının verildiği 2020 ithalat tablosuna bakıldığında ‘kıymetli taşlar ve
metaller’ ilk sırada.
2020 yılında toplam 26,6 milyar dolara ulaşan kıymetli metal diğer deyişle altın
ithalatında neredeyse yüzde 100’e varan 13,2 milyar dolarlık bir artış söz
konusu. Bir önceki yıla göre 2020’nin toplam ithalatındaki artışın 9,1 milyar
dolar olduğunu düşündüğümüzde altın ithalatındaki 13,2 milyar dolarlık artış
olmasaydı, toplam ithalat azalacak, dış ticaret açığı da daha düşük olacaktı.
Üretken olmayan, bir kısmı işlenerek ihraç edilen, ancak büyük bölümü
servet biriktirme amaçlı satın alınarak yastık altında ya da bankalardaki
altın hesaplarında tutulan altın ithalatına kısıtlı döviz kaynaklarımıza ve
Merkez Bankası rezervlerinin eksiye düşmesine rağmen ödediğimiz 26,6
milyar doların gerisinde yatan tercih ya da eğilim nereden
kaynaklanıyor?
Öncelikle Kasım ayındaki ekonomi yönetimi değişikliğine kadar uygulanan ‘Faiz
sebep enflasyon neticedir’ yaklaşımıyla enflasyonun altında ve zorla düşük
tutulan faizler nedeniyle tasarruf sahipleri yatırımlarında, enflasyona karşı
korunma amacıyla büyük ölçüde TL’den kaçıp döviz ve altına yöneldi. Döviz ve
altına olağanüstü yüksek talep oluştu. Bankalarda üst üste rekor kıran döviz
hesaplarındaki ve altın hesaplarındaki yükseliş bunun göstergesi.
Buna ilave olarak normalleşmeye erken geçişle birlikte ekonomiyi
canlandırmak gerekçesiyle başta kamu bankaları olmak üzere düşük faizle
dağıtılan kredilerle sağlanan kredi genişlemesinde de pek çok bireysel ve
kurumsal yatırımcı kamu bankalarından aldıkları düşük faizli kredilerle altın ve
döviz alımına gitti. İktidar adeta krediye erişebilen dar bir kesime altın ve
döviz alıp istiflemesi için para dağıtmış oldu!
Üstelik MB ve BDDK’nın bankacılık mevduat verilerine yansıyan kayıtlı altın ve
döviz hesabı rakamlarının dışında en az bir bu kadar daha yastık altı altın ve
döviz tasarrufu olduğu yönünde projeksiyonlar yapılıyor.
Yastık altı altın miktarı 250-280 milyar Euro olarak tahmin ediliyor,
ülkenin GSYH’nın % 40’ına karşılık geliyor.
İktidarın bir yandan düşük faiz diğer yandan kamu bankaları ve Merkez Bankası
rezervlerini satarak döviz kurlarını baskılama çabası tüm yönlerden ters teptiği
gibi yükselen kurlarla ihracatı patlatacağı iddia edilen ‘rekabetçi kur’ politikası
da fiyasko ile sonuçlandı.
Kıt döviz kaynaklarının 26,6 milyar doları üretken olmayan altın ithalatına
giderken, MB’nin 128 milyar dolar bulan döviz rezervleri de kurudu ve eksiye
düştü.
Ekonomik büyümenin eksi olduğu bir yılda 50 milyar dolara varan bir dış ticaret
açığı verildi. Muhtemelen bunun cari açığa yansımasıyla 2020 yılında rekor
düzeyde bir cari açık verilecek. Cari açık tutarı en az 40-45 milyar dolarla yılı
kapatacak.
Salgın koşullarında dış ticaretteki olumsuz tabloya nispeten anlayışla yaklaşmak
olanaklı olsa da asıl iktidarın ve ekonomi yönetiminin uyguladığı faiz-dövizkredi politikalarının bu tabloya ağır hasar verdiğini, ülkenin kısıtlı döviz
kaynaklarının böylesine ağır hasarlı bir ekonomik süreçte üretken
olmayan, servet biriktirme amaçlı tüketildiğini tespit etmek durumundayız!
10. Aralık ayı son haftasında yapılan elektrik, doğal gaz, köprü geçiş
ücretleri, alkollü içkilerde ÖTV artışları Aralık ayı ve dolayısıyla 2020 yıllık
enflasyonuna yansımadı. Böylece hem yıllık enflasyon düşük gösterildi hem
de memur, işçi, esnaf ve çiftçi emeklilerinin maaş zamları en az 3 puan gasp
edildi. TÜİK’in yüzde 25,1 olarak açıkladığı Yİ-ÜFE ile TÜFE arasındaki 11
puana yaklaşan fark, enflasyonun yükselişini sürdüreceğini gösteriyor!
TÜFE Aralık ayında yüzde 1,25, 2020 yılının tamamı içinse yüzde 14,6 olarak
gerçekleşti. TÜFE/Yİ-ÜFE makasının yaklaşık 11 puan açılmış olması üretici
fiyatlarındaki kur ve maliyet artışı kaynaklı fiyat yükselişlerinin tüketici
fiyatlarına, perakende fiyatlara yansımadığının göstergesi.
Bir yandan tüketici enflasyonu yükselişini sürdürecek diğer yandan YİÜFE’deki artışlar TÜFE’ye yansıtılacak.
Gıda fiyatlarının Mayıs-Haziran aylarında tarla-bahçe ürünlerinin pazara inmesi
ve bollaşmasıyla düşmesi söz konusu olabilir.
Salgın nedeniyle üretimdeki düşüş, tedarik zincirlerindeki aksaklıklar üretimin
raflara ulaşımını kısıtlıyor. Gıda enflasyonunda çok ciddi düşüşler bekleme
ihtimalini azaltıyor.
Asıl önemlisi,
Aralık ayının son haftasında yapılan zamlar gerek Aralık gerekse 2020 yıllık
enflasyonuna yansımadı!
Söz konusu enflasyon verileri esas alınarak enflasyon farkıyla birlikte
memur ve memur emeklilerine yapılan yüzde 7,6’lık, işçi, esnaf, çiftçi
emeklilerine yapılan yüzde 8,6’lık zam gerçek enflasyonun altında
tutularak milyonlarca dar gelirli çalışanın, emeklinin en az 2-3 puanlık
maaş artışı hakkı gasp edildi!
Gerek TÜFE/Yİ-ÜFE farkının gerekse gıda, dayanıklı eşyadaki yüzde 30’u aşan
fiyat artışlarının ve nihayet yılın son haftasına sıkıştırılan zamların yansımasıyla
Ocak ayı enflasyonunun yüksek çıkması, yıllık enflasyonun yüzde 16’ya
yaklaşması söz konusu olabilir.
Nitekim ülkemizin önde gelen iktisatçı, istatistikçi bilim insanlarının
oluşturduğu Enflasyon Araştırma Grubu’nun (ENA Grup) hesabına göre
Aralık’ta aylık tüketici enflasyonu yüzde 4,08 arttı ve 2020 yılı enflasyonu oranı
yüzde 36,72 oldu.
TÜİK ile ENA Grup enflasyon hesapları arasında yüzde 150’ye varan bir farkın
oluşması, halkın, tasarruf sahibinin, yatırımcının neden TÜİK’in hesabına
güvenmediğini ve bu hesaba dayanarak artırılan faizlere rağmen TL’ye
geçmediğini, iktidarın ekonomik söylem ve eylemlerine inanmadığını da açık
şekilde ortaya koyuyor!
Halen yüzde 14,6’lık yıllık resmi enflasyona kıyasla 2,4 puan pozitif olan yüzde
17 oranındaki politika faizine rağmen, 31 Aralık haftasında da döviz hesapları
artmaya devam etti. MB’nin 21 Ocak’ta yapacağı 2021 yılının ilk Para Politikası
Kurulu (PPK) toplantısında mevcut faizi sabit tutması olağan görülebileceği gibi
önden yüklemeli nispi bir faiz artışına gitmesi de şaşırtıcı olmaz.
İngiltere ile Türkiye arasında imzalanan Serbest Ticaret Anlaşması (STA)
Türkiye ekonomisi adına önemli bir adımdır. Türkiye-AB arasındaki Gümrük
Birliği Anlaşması (GBA) olanaklarının, İngiltere’nin AB’den ayrılmasıyla
ortadan kalkacağı dikkate alındığında, süreç bu noktaya gelmeden STA’ya
imza atılması, 17 milyar dolara ulaşan ikili ticaretin güvenceye alınmasını,
yeni imkânların yaratılmasını sağlayacaktır.
Brexit anlaşması çerçevesinde 1 Ocak 2021 itibarıyla AB’den ayrılan
İngiltere’nin yıl sona ermeden AB ile ticaret anlaşması imzalaması ve hemen
ertesinde de Türkiye ile İngiltere arasında STA imzalanması ekonomimizin karşı
karşıya kalabileceği çok ciddi kayıpların önlenmesi, aksine yeni imkân ve
fırsatların yaratılması yönünden olumlu ve somut bir adımdır.
Türkiye-İngiltere arasında yıllık asgari 17-19 milyar dolar arasındaki
ticaret hacmi yılın son gününde imzalanan bu STA ile güvence altına alındı.
Anlaşma ile Türkiye açısından Gümrük Birliği'nin (GB) kazanımları
korunmuş oldu.
Şayet STA imzalanmamış olsaydı, İngiltere pazarına yapılan beyaz eşyadan,
elektrikli ev aletleri, elektronik cihaz ve televizyonlardan otomobile, tekstilden
gıda ürünlerine kadar yüzlerce Türk ihraç ürünü ek gümrük vergisine tabi
olacaktı.
Ancak asıl daha da önemlisi İngiltere ile imzalanan bu STA ile İngiltere’nin STA
imzaladığı pek çok başka ülke pazarının, İngiliz Uluslar Topluluğu
(Commonwealth) ülkeleri pazarlarının da Türkiye’ye açılmasıdır. İki yıl içinde
STA’nın kapsamının daha da genişletilmesi olanakları iki ülke arasında
müzakere edilecek.
Bu süreçte karşılıklı ticari çıkarları azami düzeye çıkartacak mekanizmaları
kurma başarılırsa söz konusu STA ülkemiz ekonomisi ve ihracatımız, İngiliz
yatırımlarının Türkiye’ye çekilmesi, İngiltere’de Türk girişimciler tarafından
yapılacak yatırımlara ve burada üretilecek ürünlerin daha geniş pazarlara
ulaşmasına zemin yaratılacaktır.
İngiltere ile imzalanan STA, dört yıldır AB’nin askıya aldığı GB Anlaşması’nın
revizyonu konusunda da Türkiye’yi avantajlı konuma getirecek, AB’yi bir an
evvel masaya oturmaya ikna edici rol oynayacaktır. Bu noktada Türkiye’nin
talebi GB anlaşmasını revize etmek değil, AB ile STA imzalamak olmalıdır!
1995 yılında imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması nedeniyle Türkiye, AB’nin
üçüncü ülkelerle imzaladığı STA’lardan yararlanamıyor. Tüm ülkelerle ayrıca
STA imzalaması gerekiyor. Buna karşılık AB’nin STA imzaladığı tüm ülkelere
pazarını açmak zorunda kalıyor. AB’nin aldığı siyasi ve ekonomik kararlar
Türkiye için bağlayıcı oluyor.
İngiltere ile yapılan STA aynı zamanda Türkiye’nin İngiltere ile ticaret dışında
siyasi, askeri ve diplomatik ilişkilerini de genişletip, derinleştirmesinin bir aracı
olarak görülmelidir. Gerek tarihsel bağların ilişkilere kattığı çok boyutluluk
gerekse İngiltere’nin küresel ticaret ve finans piyasalarındaki önemli etkinliği,
bu açıdan Türkiye’ye önemli fırsatlar sağlayabilir.
12. Hazine ve Maliye Bakanlığı, 4 ve 5 Ocak’ta art arda dört borçlanma
ihalesi gerçekleştirdi. Bankalar ve borç verenlerden alınan Rekabetçi
Olmayan Teklif (ROT) satışları da dahil olmak üzere geçtiğimiz hafta
gerçekleşen ihalelerde oldukça yüklü borçlanma tutarına ulaşıldı! Hazinenin
yaklaşık 20 milyar TL borçlanmaya gitmesi, kaynak sıkıntısının ve bütçe
imkânlarının zorlu bir tablo ile karşı karşıya olduğunu gösteriyor!
Hazine, dört ihalede ROT satışlarla birlikte toplam 16 milyar 749,8 milyon TL
net satışın yanında 5 Ocak’taki ek satış ile birlikte toplam borçlanma kağıdı ve
tahvil ihracı tutarını 18 milyar 339,9 milyon TL'ye yükseltti. Hazinenin
piyasadaki tüm parayı emercesine gerçekleştirdiği bu yüklü borçlanmalar
açıklanan aylık borçlanma programı çerçevesinde sıklıkla yinelenecek.
Daha yılın başında yaklaşık 20 milyar TL borçlanmaya gidilmesi, hazinenin
sıkıntılı bir kaynak sorunu ile karşı karşıya olduğunu, ilk günden borca ihtiyaç
duyulduğunu işaret ediyor.
Yüksek faizle yüksek tutarlı borçlanmalar, bütçe ve diğer kaynakların borç
faizlerinin ödenmesi, vadesi gelen borçların yeniden borçlanılarak kapatılması
ve vadelerinin uzatılması yoluna gidildiğini gösteriyor.
İç ve dış borç tablosunun olağanüstü kabarmasına karşılık yürütülen bu yeniden
borçlanmalar ülke kaynaklarının borç ve faize tahsis edildiğinin, milyonlarca
vatandaşın yaşamına, refahına ayrılacak kaynak bulunamadığının en
somut göstergesidir!