Amerika Birleşik Devletleri’nin eski başkanı Donald Trump, geçtiğimiz günlerde İran’ın nükleer altyapısını hedef alan bir hava saldırısına onay verdiğini açıkladı. Fordov, Natanz ve İsfahan gibi stratejik öneme sahip nükleer tesisler, B-2 bombardıman uçaklarıyla vuruldu. Bu gelişme, yalnızca iki ülke arasındaki gerilimi değil; aynı zamanda tüm bölgesel dengeleri sarsan yeni bir jeopolitik çatlağın habercisidir. Ancak olayın ardındaki derin stratejik hesapları göz ardı etmek, yaşananları yalnızca bir “operasyon” olarak tanımlamak yetersiz kalır.
* Saldırının ardından, tesislerde nükleer bir sızıntının olup olmadığına dair ne Beyaz Saray’dan ne de Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’ndan resmi ve şeffaf bir açıklama geldi. Olası bir radyasyon sızıntısının etkisi, yalnızca İran’ı değil; Türkiye dahil geniş bir bölgeyi, çevresel felaket ve halk sağlığı kriziyle karşı karşıya bırakabilir. Ne yazık ki nükleer tesislerin bombalanmasının herhangi bir uluslararası prosedüre dayanmıyor oluşu, çağımızın en tehlikeli güvenlik zaaflarından birine işaret ediyor.
* Bu saldırının ardındaki asıl motivasyon ise daha karmaşık. Haaretz ve Foreign Affairs gibi kaynaklarda yer alan bilgilere göre, Trump bu saldırıya uzun süre direndi. Aslında savaş karşıtı bir çizgi benimsemiş olan Trump, askeri tırmanmadan kaçınmak istiyordu. Ancak özellikle bazı Yahudi lobileri ve İsrail yanlısı bağışçı grupların baskısıyla bu operasyonu kabul etmek zorunda kaldı. 2024 başkanlık seçimleri yaklaşırken, seçim fonlarının büyük bir kısmını oluşturan bu yapıların desteğini kaybetmemek adına stratejik bir ödün verdiği görülüyor. Bu da bize, savaşın bazen askeri değil, siyasi ve finansal bir baskının sonucu olduğunu açıkça gösteriyor.
* Trump’ın İran’a yönelik sınırlı saldırı izni vermeden önce, istihbarat kurumlarının bu operasyonun geri dönülemez sonuçlar doğurabileceğine dair olumsuz raporlar sunduğu biliniyor. Ayrıca, İran’a saldırıdan önce belirli kanallar üzerinden bilgi sızdırıldığı, yani bu eylemin tam anlamıyla bir savaş adımı değil, kontrollü bir güç gösterisi olduğu yönünde ciddi bulgular mevcut. Burada amaç, İran’ı provoke etmekten çok, İsrail’e sadakat mesajı vermek ve iç kamuoyundaki güçlü kliklere göz kırpmaktı.
* İran’ın karşılık verme ihtimali ise, doğrudan ve geniş çaplı bir askeri operasyon değil. Tahran yönetiminin sembolik düzeyde sınırlı bir yanıtla yetinmesi ve birkaç gün sürecek tansiyonun ardından diplomatik kulislerin devreye girmesi bekleniyor. Bu tarz krizlerde İran’ın “yüksek sesle konuşup dikkatlice yürümeyi” tercih ettiği biliniyor. Haziran ayının sonlarına doğru tansiyonun kademeli olarak düşmesi olası.
* Olayın bir diğer dikkat çekici boyutu, İran’daki bir askeri üssün çevresinde “bisikletli gezgin” kılığına bürünmüş bir yabancı ajanının yakalanmasıydı. Uydu teknolojilerinin çağ atladığı günümüzde bu tür saha ajanlarının neden hâlâ kullanıldığını sorgulayanlar olacaktır. Ancak istihbarat dünyası bilir ki, uydu görüntüleri ne yer manyetik alanındaki anomalileri, ne elektromanyetik sızıntıları, ne de toprak altındaki termal izleri algılayabilir. Bu yüzden “görünmez veriyi” yakalamak için hala insan unsuruna ihtiyaç duyulur.
* Fakat burada asıl dikkat edilmesi gereken, istihbarat operasyonlarının askeri yöntemlerle birleşerek ne ölçüde güvenliği tehdit edebileceğidir. Aşırı askerîleştirilmiş istihbarat operasyonları, kısa vadede caydırıcı bir üstünlük sağlayabilir; ancak uzun vadede güvenliğin sürdürülebilirliğini imkânsız hâle getirir. Savaşlar sadece bilgiyle kazanılmaz. O bilgiyi barışa dönüştürecek olan; stratejik öngörü, diplomatik denge ve liderlik aklıdır.
* Bugünün stratejik suskunlukları, yarının büyük çöküşlerini getirebilir ve biz, bu sarsıntının tam ortasındayız.