Övgün A. Ercan

Övgün A. Ercan

Yunan bozgununda Türklere olanlar (2)

Ölenler, öldürülenler yalnızca insanlar değildi; atlı akıncılarla birlikte düşen, bir yerini kıran, acı içinde kıvranan atlarla, havan toplarını taşıyan yaralı katırlar, baytar çavuşlarca vuruluyorlardı.

Oradan ilerleyip, Dumlupınar’ın batısındaki köye girdiler. O köyde ölüleri yoldan kaldıracak öncü güç yoktu. Kurmay’ın baktığı tepeden, ölüler ile kaçan Yunan ordusu; bir sel patlaması gibi görünüyordu. Ayrıca tutsak alı- nanlar kadar kaçanların da olduğu o büyük Yunan bozgunundan, ele geçirilen araçlar ile bezgin beygirleriyle batıya İzmir’e gidiyorlar, yol boyunca tecavüz, kundakçılık ile cinayetle iğrenç öçlerini alıyorlardı.

Toparlanmış olan Türk birlikleri geçerlerken, kanlı elbiseleriyle kızlar yol boyunca diz çökerek, çalınmış bekâ- retlerinin öcü için yalvarıyorlardı. Çaresiz kalan ordu hemşireleri, yaşlı adamlarla çocukların alevle kavrulmuş bedenlerini ordu battaniyeleriyle örtüyorlardı.

Bir zamanlar canlı olan bir asmanın arkasında, Yunan dipçiğiyle karnından koparılan doğmamış çocuğunun cesediyle bir kadın ana, yan yana kanlar içinde yatıyordu.

Ata’nın sırtında; yeri geldiğinde açık alanda ona bürü- nerek, toprakta, taşlar üzerinde yatak gibi yattığı uzun, bol, kırçıl bir pelerin vardı. Çevresine doluşan insanların tam ortasında, alçak bir oturakta oturuyordu. Kaşları çatık, üzüntüden suratı kırışmış. Kadınlar, Ata’nın ayaklarının hemen dibinde diz çökmüşler; yaralı, darmadağın, duman islerine, kurumlarına bürünmüş elleri ile yüzleriyle, hıçkırarak ağlıyor, ayrıca Yunan katillerinin yaptıklarının öcünü alması için ona yalvarıyorlardı.

Ata’nın tanertende-sabahleyin kalktığında neşeli, gü- venli havası gitmiş, derin sıkıntı ile üzüntü içinde boğulmuş bir adam olmuştu. Her anlatılan kıyım, her yakınma, her çığrınma onun içine sokulan bir hançer gibiydi.

Ata, yüreği dağlanmış kadınlara, kadınlarımıza elini uzattı, sonra onların her biri sırayla, geleneklere uyarak, onun elini önce göğüslerinin düzeyine kaldırdılar, sonra da saygıyla öperek alınlarına götürdüler.

Ata, onlarla savaş alanında konuşurken, birdenbire kalabalığın ayakları altında çiğnenen, çamur ile toza bulanmış, bir zamanlar Yunan bayrağı olan mavi-beyaz paçavraları gördü.

‘O bayrağı çiğneme be adam!’ dedi.

‘Biz onlar için ne düşünürsek düşünelim, o, özgür bir ülkenin bayrağıdır. Ver onu bana!’

Ayağa kalktı, ağır bir yorgunluğun verdiği gerilimle, dimdik birkaç adım attı; pislikten çıkan Yunan bayrağını tuttu, sonra yol kıyısına çekilen, tepe takla gelmiş bir top arabasının tekerleğine astı. Sonra kırçıl pelerinine bürünerek oturağına döndü, duran konvoya, ‘Akdeniz’e yürüyün! İleri!’ dedi.

On binlerce tutsak Yunan ordusunun beslenmesi, Yunan yaralılarının savaş alanı gerisine taşınması gerekiyordu.

Ata, bozguna uğrayarak, kaçan Yunanlıların geçtikleri köylerde gördüğü akan gözyaşları ile savurulan sövgüleri duydukça, durumu lanetliyor, hiddetten köpürüyordu.

‘Tümünü yakalayıp, imha edin’ demişti.

Ancak, yetişemiyorlardı. Yürümekten ayakları şişen, yaralananların sayısı, neredeyse ordunun yarısı!

Dumlupınar’da ne olmuşsa, Islahanlar’da, Elvanlar’da da aynı kıyımlar olmuştu. Her yer için için yanan evlerin kalıntılarıyla, yanan evlerinden ağlayarak sürüklenen Anadolu Rumlarının öyküleriyle, tecavüze uğramış Türk kızlarının hıçkırıklarıyla, ayrıca yaşlı erkeklerle kadınların parçalanmış bedenleriyle doluydu.

Ata, halk ile erler arasından geçerken, kendisini alkış- lamamalarını, övgüler yağdırmamaları ya da gösteri yapmalarını istemiş, bu tür kendini kutlama eylemlerini yasaklamıştı.

Atanın, atıyla Türk birliklerine yaklaşarak konuştuğu subaylar ile erlere söylediği birkaç kısa övgü sözüyle, yorgun, argın olan onlar; dinçleştiler, şarkı söylemeye başladılar.

. Toz, her yanı kaplamıştı. Türkler, akıncı atlı alayı hep önde olarak, bozkurt sürüsü gibi yürüyorlar, Anadolu’nun toprağını, evlerini, ayrıca insanlarını yok etmekte direnen Yunanları avlıyorlardı; gün boyu rastladıkları ekim alanlarını, onlar gelmeden önce yakılmış buluyorlar, hayvan yemi taşıyan katırları beklerken vakit yitiriyorlardı. Erlerin yiyecekler azalmış, ekmek artık unutulmuş bir lüks yiyecek olmuştu. Yunan bozgunu, Manisa üzerinden İzmir ile Çeş- me’ye akıyordu. Geçtikleri her yeri kana bulayıp yakıyorlardı. Manisa, Nazilli, Aydın yanıyordu.

Uşak’a vardıklarında çevredeki evlerin çoğunun soyulmuş, bahçelerinde kedilerin, köpeklerin, keçilerin, evde beslenen kuzuların, ineklerin, çocukların ölülerinin yattığını gördüler. Kuyular Türk cesetleriyle dolu, ayrıca suları da zehirlenmişti. İçecek su için ancak pınarlar kullanılabiliyordu. Yorgun, ağlayan, inleyen öbek öbek Türkler, bu acınacak cesetleri, kentin dışında yakmak üzere topluyorlardı.

Ancak, Türkler, tozdan rengi belli olmayan giysileri, yırtık pırtık postalları, şişmiş, irinli, yaradan parçalanmış çorapsız ayakları, kimisi yalınayak olmak üzere, ordu mü- ziği olmadan yürüyorlardı; bir soluk almak için durduklarından, birçoğunun elindeki kaval ile binlerce ağız özgürlük çığırısı söylüyorlardı;

‘Dağ başını duman almış,
Yürüyelim arkadaşlar…”

Selanik göçmeni olan anneannem, bu tür soyundan, geleneklerin, özünde utananları gördüğünde; ‘Bunlarda Yunan dölü var’ diye kınardı. Dedem ile anneannem için Yunan demek, her türlü kötülüğe özdeş anlamına gelirdi.

Bugün, tavernalarda birlikte, sirtaki oynayıp, tabak kırdığın, uzo içip kendinden geçtiğin Yunan’ın, dün senin halkının canice canına kıyan Yunan’ın torunları olduğunu unutma. Ayrıca, bugün bile her Yunan’ın bir Türk düş- manı olarak yetiştirildiğini, bir gün tüm Anadolu’yu alıp Türklerin kökünü kazıyacağız ‘Büyük Ülküsü’ (Megalo İdea) ile yetiştirildiklerini unutursan eğer, Kıbrıs’a bak! Yok, onu göremiyorsan eğer, son 15 yıldır Ege’de Yunanca ele geçirilen Türk Adalarına bak.

Yoksa! Sen oraları da Yunan adası diye gezmeye mi gittin?

Silkinde kendine gel

Önceki ve Sonraki Yazılar