Anayasa, don, hukuk

Tarık Zafer Tunaya, ilk derslerinde öğrencilerine Paris'te Karnavale müzesinde sergilenen insan derisiyle kaplı 1791 Anayasası'ndan söz ederdi. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ihtilalinin ödediği bedelle yazılan kurallar, insan derisiyle sarılıp sarmalanmıştı...

Toplamı 139 yılı bulan demokrasi deneyimimizde, insan derisiyle kaplı bir anayasamız yok. Fakat başka bir şey var; bu bir iç çamaşırı, kabaca “don”.
Yassıada Mahkemesi'nin delilleri arasında 45 yıldır titizlikle korunan “don'un” hikayesi 27 Mayıs'ta başlıyor.

Askerler, Menderes'in Özel Kalem Müdürü Ahmet Salih Korur'dan aldıkları anahtarla açtıkları Başbakanlık kasasında çıplak kadın resimleriyle birlikte bir de “kadın donu” bulurlar, bunu tutanak altına alırlar. Don “Örtülü ödenek” davasının delilleri arasındadır. Kasada içinde 270 bin dolar ve 250 bin lira bulunan sarı bir zarf da olduğu söylenir.

Sarı zarf kayıplara karışır. “Kadın donu” ise Yassıada'daki duruşmalardan birinde aniden sahne alır. O güne kadar ortada olmayan asker fotoğrafçılar ve kameramanlar Menderes'e doğru mevzilenmiştir. Savcı elinde donla çıkagelir. Menderes'in avukatı Burhan Apaydın olacakları kestirmiştir. Savcı “bunu tanıyor musunuz?” diye uzatacak, Menderes, elinde kadın donuyla fotoğraflanacak ve fotoğraf her yere dağılacaktır.

Apaydın engellemelere rağmen kalkar, mikrofonu alır “Burada huzurunuza getirilen insan, iddia makamının hakaretine maruz bırakılamaz. Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr-ü kıymetten” diye o ünlü konuşmasını yapar... İki gün sonra da tutuklanır.

Adnan Menderes asılır, Burhan Apaydın müvekkilini savunmaya devam eder. Yassıada kararlarının kaldırılması için her yolu dener.

Aradan yıllar geçer. 26 yıl sonra 1986'da Anayasa Mahkemesi'ne başvurur, Yassıada Dosyası'nı incelemek için izin alır. Mahzene iner, çuvallar içindeki belgeleri karıştırır. “Don” da oradadır. Fotoğrafını çeker. Bir modacıya gösterir, durum Apaydın'ın düşündüğü gibidir. “Bu bir erkek donu der” modacı.

Çünkü Menderes'in idamından hemen sonra Milli Birlik Komitesi üyelerinden Sıtkı Ulay Burhan Apaydın'a bu donun hikayesini “O don kasadan çıkmış gibi gösterilmişti, gerçekte ise Milli Birlikçilerden biri ayağındaki donu çıkartıp koydu” diye anlatmıştı.

Diktatöre karşı halk çocukları ayaklanmasının, nasıl bir darbeye dönüştüğünü, nasıl adım adım meşruluğunu kaybettiğini anlatıyor bu hikaye...
27 Mayıs'ın mahzeninde, karanlıkta kalan başka hikayeler de var;
1 Haziran 1960'ta yargılamaların yürürlükteki 1924 Anayasası'na göre oluşturulacak “Divan'ı Ali”de yapılmasına karar verilmişken, sadece 12 gün sonra bu değiştirildi.

Milli Birlik Komitesi'nin 1 Numaralı Kanunu ile doğal yargıç ilkesini yerle bir eden Yüksek Adalet Divanı kuruldu. Ayaklanmanın en büyük gerekçelerinden biri olan Demokrat Parti diktatörlüğünün “Tahkikat Komisyonları”nın tıpatıpı “Yüksek Soruşturma Kurulu” adıyla getirildi.

O günden beri siyasi davaların “komplo” olarak biçimlendirilmesi, bir leke olarak hukukun üzerine yapıştı.

O leke hala kazınabilmiş değil...

Yarbay Ali Tatar'ın intiharına yol açan Poyrazköy davası, bütün sanıklar beraat etse de, hukukun üzerindeki bu lekeyle kapandı.

27 yaşında Rojova'da ölen Aziz'in cenazesi 12 gündür ülkeye sokulmuyor.
Ailesinin, “Hiç olmazsa bayramlarda oğlumun cenazesini göreyim, izin verin” diyen annesinin, kardeşlerinin memleketteki son çare olarak başvurduğu Anayasa Mahkemesi, “anılan işlemin başvurucunun yaşamına, ya da maddi, manevi bütünlüğüne yönelik gerçek ve ciddi bir tehlikle oluşturacak nitelikte olmadığını” düşünerek reddetti.

Mahzende duran “donun” hayaleti bir defa daha hukukun üzerinde dolaşıyor.
O don komployla, hukuksuzlukla dolu siyasal hayatımızı özetleyen bir simge, kadersiz bir bayrak gibi Anayasa Mahkemesi'nin mahzeninde, demokrasi müzesinin gönderine çekileceği günü bekliyor...

Önceki ve Sonraki Yazılar