Kar!

Üç tarafı dağlarla sarılmış, dağ olmayan güney cephesinden tek girişi olan küçük ve bir o kadar da şirin doğu kasabası Bingöl’ün Kiğı ilçesinde geçti çocukluğum…  Kışın metrelerce yağan kar ve sert geçen kış günlerinde kapanan yollardan dolayı en yakın yerleşim merkezine bile günlerce ulaşılamazdı. En yakınındaki komşunla ve en uzağındaki dünyayla günlerce irtibat kesilirdi… Kuşları, böcekleri, kelebekleri bile göremeyeli aylar olurdu… Şehrin karşı tarafındaki dağdaki televizyon vericileri, siyah beyaz ekrandan dünyayla karşılıksız olan sanal ilişkini keserdi aylarca…
Büyük kentlerde yaşayan ve imkânı olanların Uludağ, Kartalkaya ya da Palandöken gibi gözde kayak merkezlerinde birkaç günlüğüne yaşadıkları tadımlık kar keyfi, Doğu’da yaşayanlar için bazen aylarca süren kâbusa ve eziyete dönerdi…  Hayatın cilvesi olsa gerek kimi için kar;  tatil, eğlence ve sporken kimileri için de eziyete ve kâbusa dönüşebiliyor işte…
Hiç unutmam çetin geçen ocak ve şubat aylarında, yoğun kar yağışı hele bir de tipiyle buluştuğunda her tarafı beyaza bürürdü. Etrafıma baktığımda evlerin temizlenen camları, çatıları ve ağaç köklerinden başka hiçbir karartıyı göremezdim… Akşamları ise camdan dışarıya baktığımda sadece iki şeyi görürdüm ya uzaktaki bir evin küçük ve cılız ışığını ya da ışığın aydınlattığı yerlerde köpek ve kurt uğultularının karıştığı bembeyaz bir coğrafyayı… Elektriksiz geçen gecelerde mum ışığının ve gaz lambasının gücü bile yetmezdi uzaktaki evleri fark etmeye…
*
Baharda atılan buğday tohumları ve yeni doğan kuzucuklar, kışın aslında her evin beslenme ihtiyacını giderirdi… Mart ayını saymazsak nisan ve mayıs baharı,  haziran, temmuz ve ağustos ayları da yazı temsil ederdi… Güz ayları ise kışa hazırlıkla geçerdi. Yani topu topu beş ay sıcak geçer yedi ay ise soğuk ve sert geçerdi. Ama hiçbir zaman Şeytan Dağı’nın doruğundaki kar erimek bilmezdi. Dağın sisli ve puslu doruğuna baktığında, her mevsimde size kışı hatırlatacak beyaz kar örtüsünü görmek mümkündü… Babam yatılı okulda küçük bir memurken, bağ, bahçe, buğday, başak, arpa, samanla, koyun, keçi, inekle hiç işimiz olmadı. Ama geçimini çiftçilikle ya da hayvancılıkla sağlayanların endişeli ve korkulu bakışları ve mevsimsel kaygılarını biz de onlar kadar olmasa da yaşardık…
*
Kar, çoğu zaman kayak keyfinden çok baharın ve yazın ötelenişini, evlere girecek rızkın azalmasını çağrıştırır hala bende… Kimi zaman da doktora yetiştirilmeden doğan bebeleri ve yolda ölen hastaları hatırlatır bana…
Oysaki kavak ve cam ağaçlarına örtünen bembeyaz bu tabiat harikasının karşısında, ahşaptan yapılmış evin içerisinde şöminenin yanına kıvrılıp çayımı yudumlarken yaşayacağım huzur dolu anları hissetmek isterdim… Ya da Uludağ’da, Kartakaya’da, Palandöken’de kayak keyfini ve tatilin rahatlığını yaşamak isterdim…
Ama hani geçmişte bazen öyle yaşanmışlıklar ve anılar vardır ki, o anıları ve yaşanmışlıkları, aradan yıllar geçse de beyninin ve yüreğinin bir köşesinde her zaman yaşayıverirsin…
İşte bu yüzden bembeyaz bu doğa harikası her ne kadar birilerini eğlendiriyorsa da birilerine de ızdırap olabiliyor…
İşte bu yüzden bembeyaz bu doğa harikası birilerine gelir getirirken birilerine zarar verebiliyor…
1979 Kasım ayında Bingöl Lisesi’ne ataması yapılan genç felsefe öğretmeni, şair Metin Altıok’un bölgede tam 10 yıl süren serüveninde, yaşadıklarını anlattığı “Kar” şiiri aslında her şeyi çok güzel özetliyor.
“ Kar yağdı durmadan üç gün üç gece,
  Yaslandı duvarlara, kapıları zorladı,
  Pencerelerden baktı ev içlerine.
  Kar hiç böyle kimsesiz kalmadı
  Kendi özgül tarihinde.
  Çıngırakların, kızakların karı
  Yağdı her şeyin üstüne sessiz bir öfkeyle.”

Önceki ve Sonraki Yazılar