Kimin evlatları, niye feda ediliyor?

Milliyetçilik Türkiye toplumuna giydirilen deli gömleğinin, dinci gericilik de kafasına takılan huninin adıdır. Akıl yitimi, hafıza yitimi, hakikatle bağın kopması… Bunlar da sağcılığın Türkiye toplumu üzerinde yarattığı derin tahribatın sonuçlarıdır.

Savaş tamtamlarının yeniden çalmaya başladığı şu günlerde, toplumun bir kez daha “vatan, millet, sakarya” histerisine kapılması ve bir kez daha ölüp öldürmeye tapınmanın gündelik bir ibadet haline dönüşmesini izliyor, bu tahribatın nasıl da derin ve nasıl da iliklerimize kadar işlemiş olduğunu yaşayarak tecrübe ediyoruz.

“90’lar haberciliği”nin yeniden tedavüle girdiği, kara propagandayla ucuz milliyetçi hamasetin iç içe geçtiği, kurgu haberlerle bezeli, buram buram psikolojik savaş kokan manşetlerin atıldığı, yani topluma giydirilen deli gömleğinin iplerinin daha da sıkılaştırıldığı zamanlar bunlar.

En aklı başında görünenler dahi, ortada sanki iktidarın yürürlüğe koyduğu bir savaş planı yokmuş ve bu plan sanki adım adım iktidar tarafından hayata geçirilmemiş gibi yorumlar yapıyor, doğrudan ve öncelikli olarak bu planları teşhir etmek yerine, içi boş, soyut, suya sabuna dokunmayan ve tarafları eşitleyen “barış” çağrıları yapıyorlar.

Oysa savaşın yükselişiyle Türkiye siyasetinin son altı aylık konjonktürü arasında bir bağlantı olduğunu, yaşanan sürecin Türkiye’nin iç ve dış politikasının dizaynıyla doğrudan bir ilişkisinin bulunduğunu görmemek için kör olmak gerekiyor.

Dolmabahçe mutabakatı sonrası, “Kürt sorunu yoktur”la başlayan, mutabakatı tanımamakla devam eden süreç, seçim yaklaştıkça meydanlardan Kürtçe Kuran sallamaya ve kanlı provokasyonlar düzenlemeye dönüşmedi mi?

HDP’nin barajı geçeceği anlaşıldıkça şiddetin dozajı artırılıp, HDP parti bürolarına ve seçime iki gün kala da Diyarbakır mitingine bombalı saldırılar düzenlenmedi mi?

“HDP’yi baraj altında bırakarak anayasayı değiştirecek çoğunluğa ulaşma” planı başarısızlıkla sonuçlanıp tek başına dahi iktidar olunamayınca, B planı devreye sokulmadı mı?

Atılan her kurşun, dökülen her kan, ölen her insan, Türkiye siyasetinin savaş aracılığıyla dizayn edilmesinin ve yaşanan “taht oyunları”nın bir parçası değil mi?

Bu soruların hepsinin yanıtı evet ve tam da buradan hareketle şunu açık seçik bir şekilde görmek ve ifade etmek gerekiyor: Savaş, iki tarafın karşılıklı olarak şiddeti yükseltmeleriyle başlamadı; savaş parti-devleti tarafından, parti-devleti inşasının son aşaması olarak görülen başkanlık rejimine geçiş için tek taraflı olarak başlatıldı.

“İncirlik mutabakatı” bunun için yapıldı, üsler bunun için ABD uçaklarına açıldı, “IŞİD karşıtı koalisyon”a bunun için dâhil olundu, yani yeni savaş konsepti emperyalizmin bilgisi ve izni dâhilinde yürürlüğe konuldu.

İşte tam da bu nedenle Ahmet Hakan’ın ve benzeri isimlerin yaptığı üzere Demirtaş’a “açık mektup”lar yazmak, “şiddetle arana mesafe koy” demek, tarafları eşitlemek ve ikisinin de sorumluluğun aynı olduğunu söylemek, eğer akılsızlık değilse iktidar politikalarının üzerini örtmek demektir ki, bunu yaparak barış talebinde bulunmak sahtekârlıktan başka bir şey değildir.

Üniformalı, üniformasız, Türk ya da Kürt, bu ülkenin insanlarının ölmemesinin yolu hamaset edebiyatından, milliyetçi rüzgârlara kapılmaktan ve devletin diliyle konuşmaktan değil, olan biteni doğru okumaktan, yürürlükteki planı deşifre etmekten ve bu planı engellemeye çalışmaktan geçmektedir.

Soyut bir “barış” söylemi değil, dinci gericiliğe ve emperyalizme karşı net bir tutum almak…

Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey, tam da budur.

Önceki ve Sonraki Yazılar