TSK yazıcılığından Saray'a terfi etti!

Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Fikret Bila güçlü olduğu zamanlarında TSK’nın sesi olarak görülürdü. Genel olarak sola, özel olarak Ecevit’lere yakın bilinirdi. Ne oldu da, geçmişi temiz görünen bu gazeteci, gazetesini AKP’nin gayriresmi Propaganda Bakanlığı’nın organlarından biri olma doğrultusuna soktu?


Bizde de yok değildir, ama daha ziyade veya ilk defa, bazı Amerikan filmlerinde tanıdık ölümüne idealist gazetecileri.
Bazan, küçük bir kasabanın gazetesinin, hem sahibi, hem yazarı, hem işçisidir… Kasabanın ağasının pisliklerini ortaya döker. Matbaası parçalanır, dayak yer ama yılmaz.
Bazan, büyük bir gazetenin muhabiridir. Nüfuzlu, fakat yoz birisinin marifetlerinin peşine düşer. Rüşvetle susturulmak istenir ama onun şerefi, dünyadaki toplam para emisyonundan daha pahalıdır. Tehdit edilir; korkak bir hayvan gibi köşesine çekileceğine, hakikat ve adalet uğruna ölümü bile göze alır.
Bu tür örnekler sayesinde, kafamıza yazılmıştı, “idealist gazeteci” diye bir kavram.
Her kavram gibi, bu kavramı da bağlamını nazarı dikkate almadan kullanma hatasına düştük: İnsani duyarlığı olan bir gazete haberi, makalesi okuduğumuzda, böyle yazan herkesin, bir idealizm içinde, bunu yaptığını zannettik.
Benim uyanışım, ünlü yönetmen John Ford’un son Western’i “Cheyenne Sonbaharı” filmiyle oldu. Çeşitli bahanelerle, Kuzey Cheyenne Yerlileri, Güney’e sürülmüştür. Güya, Amerikan hükümeti yiyecek, ilaç yardımı yapacaktır; fakat, yapmazlar veya gecikirler. Yerliler, çorak topraklarda açlıktan öleceklerine, anlaşmayı bozup Kuzey’e geri gitmeğe girişirler. Yol 2400 kilometredir; yaşlılar, kadınlar, çocuklar, hastalar... Kırıla kırıla yola koyulurlar, öte yandan orduyla savaşmak zorundadırlar. O sırada bir kasabanın gazetecisini tanırız. Bu uyanık, tüccar gazeteci, yerlilerin sefil durumundan hiç etkilenmediği halde, “Bunları haber yaparsak, epey satarız!” düşüncesiyle, gazetesini, yerli haberlerine tahsis eder. Elbette, bu tür haberler, haberi yapanın motivasyonu ne olursa olsun, fayda verir. Ama, insani motivasyonla davranmayan, yani idealist olmayan, bu gazeteci, başka bir zaman, gayet gayriinsani bir haber kampanyası da yürütebilir.
“İdealist gazeteci, “bu haberle iyi satarız” düşüncesi yerine, “isterse satışımız düşsün, bu haberi vermek gazetecilik işidir” veya “insan olan, bu haberi dünyaya yayar” gibi düşüncelerle davranır.
Kendisi, gerçek bir idealist gazeteci olan Ayşenur Arslan’ın “Fikret Bila’ya üzülmek” başlıklı yazısı, bu düşünceleri aklımıza getirdi.
Bir iki istisnayla çırpınmasına rağmen, haber sansürleriyle, gazeteci atmalarıyla, o meş’um havuzda tamamen boğulmasına ramak kalmış Milliyet gazetesinin genel yayın yönetmeni Fikret Bila’yla ilgili bir gözlemde bulunmuş, Arslan.
Cumhurbaşkanı’nın uçağında, aralarında teokrasi (din adamı diktatörlüğü) savunucusu Akit’in, pek terbiyeli (!) yazarı Hasan Karakaya’nın da olduğu “tercihli” gazeteciler arasında yer almakta hiç beis görmeyen Fikret Bila, umarız hicaptan, çekilen fotoğrafların hiç birinde objektife bak(a)mamış.
Eğer, Fikret Bila, basının bugünkü sefil hale gelmesiyle ortaya çıkmış, kasap kedisi, nevzuhur gazetecilerden birisi olsa, hiç dikkatimizi çekmezdi.
Fakat, kendisi, eskiden saygın addedilen bir gazeteciydi. Çok sayıda gazetecilik ödülü almış, kitap sahibi bir gazeteciydi. Güçlü olduğu zamanlarında, TSK’nın sesi olarak görülürdü. Genel olarak sola, özel olarak Ecevit’lere yakın bilinirdi.
Ne oldu da, geçmişi temiz görünen bu gazeteci, gazetesini, AKP’nin gayriresmi Propaganda Bakanlığı’nın organlarından biri olma doğrultusuna soktu?
Ayşenur Arslan, yazısını, “Bir gazeteci kendisini bu kadar fakirleştirir mi!” diye bitirmiş. Elbette, kast ettiği, ruhen fakirleşme.
Fakat, belki de bir “fakirleşme” değil, söz konusu olan… Belki de, bir “Cheyenne Sonbaharı” gazetecisiydi, karşımızda olan; yani, “Bu konuda ekmek var, işleyelim” gazetecisiydi, bizim “idealist gazeteci” zannettiğimiz adam.
Kendisini tanımayız; haksızlık etmeyelim.
Cumhurbaşkanı ile fotoğraflarında, başını öne eğmesinden ümitlenerek, “Geçici bir hata içindedir, anlayacaktır!” diyelim. Belki de, “Al gazeteni çal başına; bul kendine, bir gazeteci kurusu genel yayın yönetmeni!” diye istifa edecektir veya “Atarlarsa atsınlar artık adam gibi gazete çıkarmaya çalışayım!” diyecektir.
Patronun bile, odasına desturla girdiği Abdi İpekçi’nin gazetesi, idealist gazetecilerce çıkarılmalı.

***

“Benimle mezara gidecek sır”
Pek moda oldu, bu kavram: “Benimle mezara gidecek sır”.
Normalde, “mezara kadar saklanacak sır”, daima kişiseldir. Birisi size bir sırrını ifşa eder; evet, o sırrı mezara götürürsünüz. Sizinle bir başkası arasında özel hayatınızla ilgili bir sır vardır; evet, o sır da mezara gider.
Bir de devletin sırları vardır. Fakat, medeni bir devlette her sırrın, kanunla tesbit edilmiş bir ömrü olmalıdır; onlar asla ebediyen saklanmamalıdır. 50 yıl, 100 yıl sonra da olsa, açıklanması mümkün, mecbur kılınmalıdır.
Bir askerin, polisin, belirli süreli bir mesleki sırrı, olabilir; ama, bir siyasetçinin, olamaz.
Bir siyasetçi “mezara kadar saklanacak” bir siyasi sırdan bahsediyorsa, ona şüpheyle bakılmalıdır. Hatta, bir Genelkurmay Başkanı, savaş halinde olunmayan bir zamanda, Başbakan’la olan görüşmesi hakkında “benimle mezara gidecek sır” diye bahsediyorsa, ona şüpheyle bakılmalıdır.
Bu yüzden, geçenlerde TV’de izlenen Şevki Kulkuloğlu’nun, Cemaat konusunda, Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili “O gün kendisine de verilen 52 tane kurumdaki imam yapılanması, bunların kademe kademe Türkiye’nin nerelerinde ve nasıl yetkiler kullandıkları söylendi... Türkiye’nin önündeki çok büyük bir tehlikedir. Tabii taşımam gereken birçok sır vardır. Bunlar benimle beraber mezara gidecektir” şeklindeki ifadesi, en hafif deyimle, tuhaftır. Cemaat’in devletteki örgütlenmesi konusunda birçok şey söylemişsin, güzel. Peki, başka hangi derin sırdan bahsediyorsun? Niye, onu da açıklamıyorsun da, sanki Kılıçdaroğlu’na “Bak epey şey biliyorum, ha!” türü konuşuyorsun?
Belki, bu milletvekilinin niyeti hiç bu değildi ama burada “mezara kadar gidecek sır” lafı, bir şantaj kokusu veriyor.

***

“Sayın Cumhurbaşkanım”
Lütfen, “destur!” demeyin. Bu Cumhurbaşkanı, Atatürk.
“Sayın Cumhurbaşkanım”, Balyoz skandalı kurbanlarından, Pilot Tümgeneral Yalçın Ergül’ün KA Yayınlarından çıkan yeni kitabının adı.
Atatürk’e “Kemal” diye hitap edebilen bir tek kişi vardı: Mahalle arkadaşlığından başlayıp, askeri ortaokul, lise, Harbiye, Kurmay Mektebine, çeşitli kıtalara kadar devam eden arkadaşı, Çanakkale ve İstiklal Savaşı kahramanlarından Nuri Conker.
Conker, “Zabit ve Kumandan” (zabit=subay) isimli bir eser yazar. Atatürk de Conker’in bu eserdeki görüşleri üzerine kendi fikirlerini ortaya koyduğu “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” isimli bir eser yazar. Birincisi, mükemmel bir kurmay subaydır; ikincisi bir dahi. Bu eserler, sadece subayların değil, her tür yöneticinin el kitabı olması gereken kalitededir.
Tümgeneral Yalçın Ergül, fevkalade bir yaratıcılıkla, bu eserlerdeki fikirler üzerinden yola çıkıp, ona “Cumhurbaşkanım” diye hitap ederek, Atatürk’le sohbet ediyor.
Sohbet konusu, “Zabit ve Kumandan” ve “Hasbihal”de işlenen ilkeler çerçevesinde, bugünkü Türkiye’nin, siyasi, stratejik, sosyal sorunları.
Ergül’ün kitabı büyük bir tutku ile yazılmış. Yazan, sanki bir general değil, idealizminden dolayı yerinde duramayan, 18 yaşında üniversiteli bir genç. Zevkle okuyorsunuz.
Ufak tefek eleştirilerimiz olacak…
Birinci eleştirimiz, bir dahinin ele alınışında düşülen genel bir hatadır. Konusunun iyi bir uzmanı olan kişi, bir dahinin, o uzmanın konusunda bile, derin bir vukfa sahip oluşuna şaşar ve teori üretir. Mesela, iyi bir bilim adamı, o dahinin de kendisiyle aynı yöntemleri kullanarak dehaya eriştiğini zanneder. Veya, General Ergül gibi, belki kendisinin 30 yıllık subaylığı sonucu elde etmiş olduğu vukufa, Atatürk’ün dokuz yılda erişmiş olmasına şaşar. Ergül, Atatürk’e hitaben, “Kitabınızı yazdığınızda henüz kıtalarda 9 yıllık bir subaysınız” demiş. “Henüz”lük bir şey yok; dahi, bir yılda, başkasının 30 yılda alacağı yolu alır. Nasıl? Bir konuda, teferruata (gayrı-aslilere) boğulmayıp, sadece, o konunun asli hususlarını kavrayarak. Bir asli hususun anlaşılması, kendiliğinden, binbir teferruatı (gayrı-asli hususları) anlaşılır kılar.
Bir başka eleştirimiz, Ergenekon, Poyrazköy, Amirallere Suikast, Fuhuş vb. davalarını, adeta tamamen bir dış güce, emperyalizme, atfetmesi.
Hiçbir dış güç, iyi-kötü bağımsız bir ülkeye, bu derinlikte operasyonlar yapamaz. Ancak bir ülkenin iç dinamikleri böyle bir şeyi mümkün kılar; dış dinamik, onu kolaylaştırır veya zorlaştırır.
TSK’yı etkisiz, itibarsız kılmaya yönelik bu operasyonlar, esasen, Cumhuriyeti yıkma amaçlı teokratik oluşumların eseridir. Hedeflerine varmada bir engel olarak gördükleri bu kurumu tahrip etmek, onlar için stratejik bir amaçtı. Dinbazların bu amacı ile, ABD’nin, kendisine karşı gibi gördüğü TSK’ya, bir ders vermesi amacı çakışmış olabilir ve teokratik örgüt(ler) davalarda kullanacakları dinleme ve belgeleri onlardan almış olabilirler. Fakat, o yüzlerce polisin, savcının, hakimin, TÜBİTAK uzmanının, bilirkişi subayın, askeri hakimin, bir dış güç emrinde olduğunu kim iddia edebilir? Onların, sadık müritler olması, bu davaları mümkün kıldı. Yoksa, o dinlemeler, belgeler, dergi sayfalarında dedikodular olarak kalırdı. Burada, ABD’nin, kifayetsiz muhteris bir Başkan Bush’un Ortadoğu hezeyanları uğruna, Afganistan’da, Sovyetlere karşı Taliban türü örgütleri silahlandırmasına benzer bir budalalığın tekrarlandığını görmek gerekir.
Kitapta itiraz ettiğim bu konular, kitabın genel kifayeti yanında, önemsiz eleştirilerdir.
Ülkemiz için heyecan duyanların seveceği bir kitap olmuş.

Önceki ve Sonraki Yazılar