27 Mayıs Dersi: Herkese lazım

On yaşındaydım 27 Mayıs gerçekleştiğinde. Hayal meyal hatırlıyorum. Yalnızca yaşımın küçüklüğü nedeniyle değil. Adana’daydık. İstanbul ya da Ankara’nın sokaklarında olup bitenlere tanık değildik. Gazeteler hem gecikmeli gelirdi o zamanlar, hem de Menderes yasakları nedeniyle haberden haberdar etmezdi.

12 Eylül’ü ise “yaşadım”. TRT Haber Merkezi’nde bir günde değişen dünyayı.. Tankların; sol partilerin, sendikaların, demokrasinin üzerinden, eze eze geçişini.. Aralarında yakınlarımın da bulunduğu “idamlıkları”.. Sıcağı sıcağına duyup gördüğümüz Mamak öykülerini.. Çok sonraları duyup dehşete düştüğümüz Diyarbakır Cezaevi cehennemini.. Ve o cehennemden PKK’nın doğuşunu.. Yaşadım, yaşadık.

İslamcılar, 12 Eylül öncesinde estirilen rüzgarın tam tersine, durumdan en karlı çıkan kesimdi. Cunta, asıl işlevini yerine getirir, yani Özal’ın 24 Ocak kararlarıyla sermayeye kan verirken “solu susturmak” adına din propagandası yapıyordu. O günlerin memnuniyetini, bugün daha açık görmedik mi!  Hani 12 Eylül’ün hesabı sorulacaktı. Göstermelik bir davadan öteye gidilemedi. O kadar ki, darbe mağdurları mahkemeye bile yaklaştırılmadı. Darbeyi (güya) lanetleyenler “sivil darbe” yaptı. Devletin mekanizmalarını ele geçirdi. Askeri vesayetin yerini, AKP vesayeti aldı.

Sadece yargının ele geçirilmesinden, üniversitelerin AKP’nin arka bahçesi haline getirilmesinden, Cumhuriyet’in kurumsal hafızasının silinmesinden söz etmiyorum. Buna karşı çıkabilecek her siyasi oluşum daha başlangıçta ezilip yok edilerek demokrasinin “ilk ve en temel ilkesi” çiğnendi.

Prof. Mehmet Haberal, neden cezaevinde sanıyorsunuz? Alternatif bir merkez sağ parti kurulmasına öncülük ediyordu da ondan.

Mehmet Ağar ile Erkan Mumcu, el ele verip Yeni Demokrat Parti’yi açıklamaya neden “saatler kala” vazgeçti sanıyorsunuz?  Erkan Mumcu’dan, neden o günden beri bir haber alınamadı dersiniz? Mehmet Ağar, 1 yıl 4 günlük hapis cezasıyla kurtulduğu için mi bu kadar memnun acaba?

Ama oyunların da bir sonu vardır. Yasaklar, polis terörü, cezaevi korkusu falan da bir yere kadar işe yarar.

ORDU HİZADAYDI AMA..

27 Mayıs öncesini yaşamanız gerekmiyor. Arşivler neler yaşandığını kanıtlarıyla gösteriyor. Üç beş öğrencinin üzerine yürüyen polisler.. Hatta, ellerinde kılıçlarla saldıran atlı askerler.. Ve yaralanan, kurşunlanan, ölen gençler.. Cezaevine atılan hocalar.. Susturulan gazeteciler..

Zannediyor musunuz ki 27 Mayıs öncesinde Ordu hizada değildi! Menderes’in karşısında selam durmuyordu!

Okuyun, araştırın, öğrenin lütfen. Rahatsız olan, orgeneralleri korgeneralleriyle Türk Silahlı Kuvvetleri değildi. Öğrencilerdi, halktı, basındı ve hatta Avrupa’ydı.

27 Mayıs dersleri gerçekten hayati önemdedir. Ama bir bölümünü okur, diğer bölümleri okumazsanız hiçbir işe yaramaz. Evet, “kahrolsun darbeler”. İyi de sivil darbelere, iktidarın yarattığı terör ortamına, baskılara ne diyeceğiz?

27 MAYIS “O GÜNDEN” İBARET DEĞİL

Adnan Menderes ve arkadaşları –bütün içtenliğimle söylüyorum- asılmamalıydı. Ancak yaptıklarının hesabını da mutlaka vermeliydi. Ne yazık ki darbeciler idam kararı verdi ve demokrasi özlemi çeken herkesin elinden “Menderes dönemini yargılama” fırsatını / imkanını aldı.

Ama artık açıkça konuşmaya başlamalıyız. O dönemin konuşulmaması, tartışılmaması için ağzını açana “darbeci” yaftası yapıştıranlara artık boyun eğmemeliyiz. Sonuca karşı çıkarken süreci anlayıp yorumlamalıyız. 27 Mayıs’ı getiren, yasaklarla ve baskılarla gençleri sokağa döken Menderes hükümetinin ta kendisiydi.

Ve ister inanın ister inanmayın, Avrupa –genel olarak Batı- medyası ve siyaseti de her şeyin farkındaydı. O kadar ki, haftalar boyunca yazılar, demeçlerle Ankara’yı ve Menderes’i uyarmışlardı. “Bir dalga geliyor, aman dikkat” diye haber vermişlerdi. Bizler sadece 27 Mayıs’ı konuşuyoruz. Oysa 27 Mayıs, “o günden ibaret” değildir. Bir süreçtir. Öncesinde olup bitenler de bugün için “derslerle” doludur.

PATLAMAYA GÜNLER KALA

Filmlerden biliriz. Saatli bomba hızla saniyeleri tüketirken kahramanlarımız bombayı etkisiz hale getirmeye çalışır. Patlamaya birkaç saniye kala da bunu başarır. Ne yazık ki hayat, her zaman filmlerdeki gibi sonuçlanmıyor. 27 Mayıs öncesinde günler tükenirken aslında pek çok ülke, kişi, kurum “patlamayı engellemek” için çok uğraştı. Ama Menderes hükümeti kulak asmayınca dijital gösterge sıfırlandı. Aşağıda okuyacaklarınız, 1960 yılının Nisan ve Mayıs aylarında batılı gazetelerde yer alan yorum ve görüşlerdir.

*ECONOMIST (İngiltere) 7 Mayıs 1950: “28 Nisan günü Türk talebeleri, İstanbul Üniversitesi önündeki Beyazıt Meydanı'nda “hürriyet, hürriyet” diye bağırarak bir nümayiş yapmışlardır. Polis üniversiteye girmiş, nümayişçiler ve onların yanında yer almış olan profesörleri tevkif etmiştir. (..) Polisin kullandığı usullerin bir fayda vermediği görülünce, bunların nümayişçilere ateş açmaları emredilmiştir. Adedi tam olarak bilinmeyen bir kısım talebe ölmüş ve yaralanmıştır. (..) Bütün ecnebi gazetelerin Türkiye’ye girmesi men edilmiş ve Türk gazetelerinin nümayişler hakkında haber neşretmeleri yasak edilmiştir. (Ancak) son hadiseler, tamamen bir baskı altında bulunan Türk basını tarafından gayet ustaca işlenmiştir. Bir İstanbul gazetesi ölen çocukları için ağlayan annelerin resmini neşretmişti. Bu anneler Türk değil Korelidirler. Resmin tesiri müthiş olmuştur. Türkiye’de memnuniyetsizlik kaynamaktadır.”

*DER SPIEGEL (Batı Almanya) 11 Mayıs 1950: “Gazetecilerin ‘demokrat Menderes’in yeni padişahlık rejimi’ demeğe başladığı hususa karşı basının direnmesi sertleşti. Türkiye Başvekili (ise) basının bu direnmesini kırmaya azimli idi. Mevcut Türk kanunlarının, şahsiyetleri hakaretlere karşı koruyamadığı esbabı mucibesiyle yeni bir Basın Kanunu getirdi. Türk gazetecilerinin yarısı kısa bir müddet için hapsi boyladı. Ankaralı müstebit basın hürriyetini kanun maddeleriyle boğmakla da yetinmedi. Yola gelmeyen gazeteleri iktisadi baskı ile bertaraf etmeğe başladı. Bu türlü baskı manevraları liberal Yalman’ı, eski dostu Menderes’e karşı sert bir direnmeye sevk etti. Vatan Gazetesi sahibinin ilk kurbanı biricik oğlu oldu. Oğlu birkaç aylık hapse mahkum edildi. Yalman da (daha sonra) Başvekil Menderes’i küçük düşürmekten sanık olarak bir İstanbul mahkemesinin karşısına çıktı. (Ancak) şikayetleri hedefini bulmuştu. Batı dünyası buna kulak vermişti. Milletlerarası Basın Enstitüsü Yalman hadisesini “söz hürriyetine ciddi bir tecavüz” olarak vasıflandırdı ve onun affını istedi. Menderes, yardımcısına verdirdiği cevapta, bundan sonra Basın Enstitüsüne bağlı kalanın Devlet düşmanı olduğunu ilan ettirdi. Üstelik de bir mahkeme kararı ile Basın Enstitüsü tebliğlerinin Türk basınında yayınlanmasını yasak ettirdi.

*HERALD TRIBUNE (ABD) 29 Nisan 1960: Türkiye demokrasisinde buhranlar yaşanıyor. Birleşik Amerika’nın, olup bitenleri büyük bir alakayla takip edeceğine şüphe yoktur. Türkiye, Batılı müttefiklerinin ayrılmaz bir cüz’üdür. Fakat biz, Menderes’e ıslah olmasını emredemeyiz. Aynı zamanda basına tatbik etmeğe gayret ettiği baskının beyhudeliği üzerinde düşünülecek olursa, insan, Menderes’in pek de öyle ikazdan anlayacak bir adama benzemediğine karar verir. Ümit etmek isteriz ki, O, Kore’de olup bitenlerden notlar almış ve bir siyasi olarak lüzumlu dersleri kavramış olsun.”

STRATEJİK DERİNLİK!

Suriye politikasının mimarı Dışişleri Bakanı Davutoğlu gazetecilere Esad’ı anlatmış: “Beşar Esad’ın problemi, annesinin yaşıyor olması. Bizimle konuşuyor, sonra gidip annesiyle konuşuyordu. O da hep babasını ve Hama’da izlediği yöntemi hatırlatıyor.”

Önceki ve Sonraki Yazılar