Yusuf Erbay yazdı: Orda bir yer Şavşat

Yusuf Erbay yazdı: Orda bir yer Şavşat

Artvin Evi Kurucu Başkanı Nuri Kemal Demirel bu ilginç seyahatin hem konuğu hem de ev sahibi... Danıştay Üyesi Hayrettin Kadıoğlu, Eski Müsteşar Yardımcısı ve TOBB Öğretim Üyesi Ali Alp bu nostalji gezisine katılan diğer iki isim oldu. Merkez Valisi  Doç. Dr. Yusuf Erbay ise yaşadığı güzellikleri güçlü kalemiyle sosyal medyada dillendirdi.

Bozkırın sıcağında bunalan dört Karadenizlinin sohbetinden ne çıkar? Tabii ki, en kısa zamanda gerçekleştirilecek bir Karadeniz gezisi planı. Çoğu hayata geçirilemeyen planlarımızın akıbetini bildiğimizden, hemen bir program tarihi belirlendi ve eyleme geçildi.
Bölgemizin yetiştirdiği en örgütçü kişiliklerden birinin aramızda olması işimizi kolaylaştırdı.

Yaptığı eylem planının kendi ilçesinden başlaması isteği genel kabul gördü ve ben kendi hesabıma Karadeniz’e ilk defa tersten dalmanın getireceği tatlı heyecanı duymaya başladım. Bilmiyordum ki, karşılaşacağım güzelliklerin bende uyandıracağı heyecanın yanında, yolculuk için duyduğum bu heyecanın esâmesi bile okunmaz.

İlk durağımız, çocukluktan beri aklımızda hep “Serhat Şehri” olarak kalan Kars oldu. Şavşat’a uçarak ulaşabileceğimiz en yakın nokta. Şehrin içine ve Ani antik kentine yaptığımız, ayrı bir yazı konusu olacak ziyaretimizi en güzel anılarımıza dâhil ederek, hedefe giden
yola koyulduk. Kars-Ardahan arasını sadece geçmeyi planladığımız bir yol gibi düşünürken, silik bilgilerimizin arasında kaybolmaya yüz tutmuş bir isim bizi uyandırdı: Cilavuz.  Kendi küllerinden yeniden doğan yiğit bir ülkenin aydınlanma ışığının tutuşturulduğu mekânlardan biri. Şimdiki adı Susuz olan ilçe, güzel günlerin umuduyla uyanıp silkinmiş bir beldenin, yarım kalan hayallerinin eskimeye yüz tuttuğu sıradan bir Anadolu kasabasına dönüşmüş.

Babası bu Köy Enstitüsünden yetişmiş bir öğretmen olan ekip başımızdan, burada okumaya gelen öğrencilerin yollarda çektiği çileler hakkında dinlediğimiz olaylar, katlanılan eziyetler, yapılan fedakârlıklar, dalıp gittiğimiz hüznü biraz daha yoğunlaştırdı. Anadolu’nun yüzlerce yerine dikilmiş medeniyet çiçeklerinin, daha tam hasadı alınmadan, hoyratça bir yobazlıkla sökülüp atılmasının doğurduğu kırgınlık içimizde biraz daha büyüdü. Ardahan’ı büfeci Polat Amca’yla hatırlayacağız. Kısa soluklanmamız esnasında, geçmişine bir
göz atmak isteyen ekip başımızı kırk yıl sonra bir bakışta tanıyan Polat Amca.  Yaşanmışlıkların ve dostlukların hâlâ kadir kıymet gördüğü yerlerin var olduğunu hatırlatıp, içimize su serpen kişi.

Sohbet edebilen insanlar

İki bin metre üzerinde düz yaylalar boyunca ve ağaçsız bir bölgede ilerlerken karşımıza çıkan “Çam Geçidi” tabelası, şakacı insanların yaşadığı bir coğrafyaya yaklaştığımızın işaretiydi. Nitekim bir müddet sonra döndüğümüz bir virajla “Çamlar Ülkesine” giriş yaptık. “Sahara Geçidi”, Karadeniz bölgesinin tüm hırçınlığını ve tüm güzelliğini önümüze serdi. Geçidin hemen yamacında yer alan seyir tepesinde, göklere yaslanmış dağların heybetini hissettik ve bu rüyayı seyretmeye daldık. Çevre hakkındaki ilk bilgileri bize zevkle iletmeye başlayan dostumuzun konuşmasının bittiği yerden lafa giren Profesör, “bu manzara endişelerimi dağıttı, iyi ki gelmişiz “diyerek, tercihinin Karadeniz’den ve yeşilden yana olduğunu ortaya koydu. Çamların arasından kıvrılan, bükülen, bazen ters dönen bir yolculuktan sonra ilk hedefimize ulaştık. Ormanın yanı başında uzanan çayırlıklarla iç içe girmiş, bahçelerini her çeşit meyvenin tatlandırdığı ve evlerini her çeşit çiçeğin renklendirdiği müthiş bir köy... Ve bu köyde mütevazı sıcak bir ev... Siz hiç bahçesinden üç tane pınar akan bir ev
gördünüz mü? Ben gördüm. Üç dağdan çıkıp, üç yolla getirilen, yan yana üç gözeye bağlanan buz gibi pınarlar. Lezzetleri ve serinlikleri birbirinden farklı, daha da ilginci akarken çıkardıkları şırıltılar farklı. İnsanlar sohbet ederken, arka planda duyduğunuz üçlü pınar
dinletisinin uyumu, hissettiğiniz huzuru kat be kat artırıyor.

Sohbet eden insanlar. Sohbet edebilen insanlar. Medeni, birbirine saygılı ve misafire saygılı insanlar. Söylemesini ve dinlemesini bilen insanlar. Susmanın erdemini hisseden ve hissettiren insanlar. Bu insanların babası Cilavuz mezunu, ömrünü aydınlanma ışığını taşımaya vakfetmiş bir çınar. Bu insanların aydınlık yüzlerinde gülümseyen aslında Cilavuz’un mirası. Beybaba’nın yüzündeki kıvrımlar bilgeliğin kendisine verdiği en büyük hediye. Beybaba’nın kısa sohbetleri ve uzun susmaları, dolu dolu yaşanmış bir ömrün özeti.  Gece, köyüne âşık bir Şavşatlı tarafından sonradan yapılmış, ancak doğal çevreyle oldukça uyumlu bir evde konakladık. Evi ve bahçedeki türlü bitkiyi korumakla görevlendirilmiş devasa ceviz ağacının ortama kattığı güzellik unutulacak gibi değildi. Geleneksel misafirperverliğin bütün özelliklerini taşıyan ve ekip başımız tarafından bilmediğimiz bir nedenle “Kekeç” olarak adlandırılan ev sahibimizi saygıyla anmadan geçemeyiz.

Tabiat düğüne durmuş, renkler ayaklanmış

Ertesi gün erkenden Şavşat’ın hazinelerine kavuşacağımız sabaha uyandık. Ormanların derinliklerinin, dağların yüceliklerinin ve irili ufaklı göllerin yeşilden maviye değişen renklerinin keşfedileceği sabaha.
Güne başladığımız zamana kadar beynimizde oluşmuş olan doğal güzellik anlayışı ile günün sonunda vardığımız güzellik anlayışı arasında farkın çok büyük olduğunu düşünüyorum. Yaptığımız değerlendirmeler bana herkesin aynı kanaatte olduğunu gösterdi. Ormanlara ve çayırlara karışmış köylerden yukarılara tırmandığımız yollarda döndüğümüz her virajın arkası başka bir görsel hazineye açılıyordu. Bin bir çeşit ağaçlar, çiçekler, gökyüzü, çamlar, dereler ve yeniden çayırlar, yeniden çiçekler, her çiçekte değişen kokular. Tam anlamıyla “pastoral bir şölen”. Tabiat düğüne durmuş, renkler ayaklanmış, bulutlar çamları dansa kaldırmış ve tepeler göklerle kol kola girmiş.

İlk durağımız Şavşat Karagöl. Bir tanesi Borçka’da olan Artvin’in diğer Karagöl’ü. Henüz tam anlamıyla istilaya uğramamış, adaşının başına gelenleri uzaktan ve korkuyla seyreden Karagöl. Daha aşağılarda yer alan ve istilacılar tarafından ulaşılması daha kolay olan Borçka Karagöl’ün durumunu gördükten sonra Şavşat’ınkine şükrettik. Camili (Macahel) yolu üzerinden kısa bir parke yolla ulaşılan Borçka’nın Karagöl’ü alarm veriyor. Etrafında yoğunlaşan gecekondu tipli yapılar, zümrüt yeşili gölün üstüne atılmış tuhaf plastik kayıklar, kebap dumanlarına boğulmuş oturma alanları ve hızla değişen insan tipleri Karagöl’ün geleceğini karartıyor. Yeşilin bir kalesi daha düşüyor, doğanın bir güzelliği daha katlediliyor. Şavşat’ın Karagöl’ünden yukarılara, buzul göllerinin bulunduğu bölgelere tırmanıyoruz. Daha küçük, daha temiz ve saklanmayı daha iyi beceren göller. Henüz yol yapılmamış, henüz yoğun çöp atıklarıyla tanışmamış, kısaca “öncü istilacıların” saldırganlığına henüz maruz kalmamış, bakir göller.



Boydan boya kat ederken eteklerindeki çimenlerde yürümeden edemediğimiz, kaynaklarından içmeden geçemediğimiz, çıktığımız tepelerinden bakınca ayaklarımızın altında avlanan atmacaları seyrettiğimiz dağın diğer yanı Arsiyan… Nazar boncuğu gibi sıralanmış
gölleri. Yerel olarak verilen adları bir yana, etrafı sazlarla çevrilmiş, çimenlere komşuluk, kayalarla yoldaşlık eden ve yayla dumanıyla dertleşen ulu göller. İyi ki henüz size ulaşamadı “betonseverler”. İyi ki yeşili ve maviyi yok etmeye yeminli yaratıklar henüz tam anlamıyla farkınıza varmadılar. Bulutlarla ve çam kokularıyla yıkayarak dinlendirdiğimiz ruhlarımız daha dinginleşmiş, bedenlerimiz daha hafiflemiş olarak insanların arasına döndük. Akşamın sırrı, vadilere, derelere ve köylere gizemli güzelliğini katmakla meşgulken, bizler katledilmiş bir değerin yorgun gölgesiyle hüzünlendik. Cevizli köyündeki Tibet Kilisesi’nin dinamitlerle son bulan hikâyesi içimizi burktu. Doğrusu, Köprülü köyünde olduğu söylenen Rabat Kilisesini gidip görmeye hevesimiz kalmadı. Günü tamamladığımızda zihnimiz, Tanrı eseri bin bir güzellikle, insan eseri çirkinlikler ve yıkımlar arasındaki çelişkiyi uzlaştırmaya çalışıyordu. Ülkenin başka bölgeleriyle ve hatta Artvin’in öteki ilçeleriyle karşılaştırıldığında, her şeye rağmen çok daha az yıpratılmış olan Şavşat nasıl korunabilirdi?

Diğer günler ve gezimizin kapsamına giren diğer kesimler, Artvin, Borçka, Macahel, hepsi ayrı birer değerler bütünü. Ama gördükten ve kısmen de olsa keşfettikten sonra, bu gezinin başlarken bilmediğimiz esas amacının Şavşat’ı tanımak olduğuna inandık. Şavşat’ın bizi
derinlerine çeken kırsal bölgesinin yanı sıra, merkezinin şirinliğinden de bahsetmek gerekir. Geleneksel değerlerine bağlı, gürültüsüz ve çevre duyarlı kentlerin uluslararası ağına (Citta Slow) üye olan belediyenin, “Sakin Şehir” ünvanına uygun çalışmalara girişmesi sevindirici. Binadan bunalmış ekibimizin gözü hep yeşilde, hep ormanda, hep daha uzaklardaydı. Gezimiz esnasındaki bütün güzellikleri hiç atlamadan fotoğraflayan ve sosyal medyayla paylaşan yüksek yargı üyemiz de, bu eylemini daha çok yapılanmaların az olduğu
alanlarda yoğunlaştırdı. Burada yaşayanların söylediklerine göre, ilk defa görenler Şavşat’ı İsviçre Alplerine benzetirmiş. Ekip olarak buna katılmıyoruz. Bize göre, Şavşat dünyada benzeri olmayan bir doğal abide. Benim içinse, tamamen kaybettiğimi zannettiğim çocukluğuma ait her türlü güzelliğin yaşamaya devam ettiği bir mucizeler diyarı. Yeniden tanıdığım, yeniden öğrendiğim ve yeniden sevdiğim memleketim. Çocukluğumun sisler ardındaki sihirli ülkesi. Binlerce ucube yapıyla betonlaştırılan,
açılan gerekli-gereksiz yollarla bağrına hançerler sokulan ve üç kuruşluk Arap rantıyla kirletilen Karadeniz yaylalarının ruhu Şavşat’a sığınmış. Bugüne kadar gördüğüm en güzel yer olan Şavşat, sevdiğim bütün yerlerin mirasına ve renklerine ev sahipliği yapıyor.

HENÜZ VAKİT VARKEN GÜLÜM...

Dostlar, farkında mısınız, elimizde kalan son güzelliklerin birinden, muhtemelen en müstesna olanından söz ediyorum. Masalsı doğasıyla, medeniyeti özümsemiş insanıyla, geleneksel mimarisiyle kendinden başkasına benzemeyen bir değerden bahsediyorum. Hiç vakit kaybetmeden Şavşat’ı pamuklara sarıp korumalıyız. Hiç vakit kaybetmeden Şavşat’ı el üstünde tutmak için ellerimizi kenetlemeliyiz. Nazım’la bitirelim isterseniz. İnsanın yarattığı cennet olan Paris’e yazdığı bir şiirinde, “Henüz vakit varken gülüm, Paris yanıp yıkılmadan,
henüz vakit varken gülüm, yüreğim dalındayken henüz” diyor büyük usta... Tanrı’nın yarattığı cennet olan  Şavşat’ımız için “henüz vakit varken” harekete geçelim. Bu güzelliğin yanıp yıkılmasına izin vermeyelim. 

Yüreğimiz dalında kalsın...