İki kitap, bin ayıp!

İki kitap, bin ayıp!

Ayşe Göktürk Tunceroğlu, Milli Düşünce sitesinde Türk edebiyatına yayıncılar tarafından yapılan hoyrat davranışları kaleme aldı.

Bir tuhaflık var! Bu hikâye eksik! Yarıdan da az! Dörtte bir bile değil! Dehşet içinde farkediyorum ki… Bu yayınevi sadece sadeleştirmekle kalmamış, aynı zamanda kısaltma da yapmış! Şuurlu ya da şuursuz olarak bu çeşit yayıncılık yapmak, eserleri vücuda getirenlere de, okuyuculara da saygısızlıktır.

10 Mart 2020

İstanbul’da bir kitapçıdan iki kitap aldım. Biri telif, biri tercüme.

Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Çağlayanlar’ı ve Halil Cibran’ın Gezgin’i.

Adını ilk defa duyduğum bir yayınevi basmış: Erasmus Yayınları.

Önce Çağlayanlar’ı açtım. Önsöz Fethi Tevetoğlu tarafından 1971 tarihinde yazılmış. Çok iyi. Kıymetli bir kalem.

Metin sadeleştirilmiş. 1920’li yıllarda yayımlanmış bir eseri sadeleştirmek bana garip gelse de….

Yazarın her hikâyesini ezbere bildiğimi iddia edecek değilim. Sadeleştirilmiş sayfaları okumaya başladım. Sıra Üzümcü’ye geldi. İşte onu ezbere bildiğimi iddia edebilirim! Sadeleştirilmiş hali bir tuhaf… “Büyükada’da… Temmuz ibtidâsı. Öğle üstü.….” diye başlayan satırlara alışmışken… “Büyükada’da… Güneş o kadar sıcak ki insanları yakıyor.” diye başlayan hikâye. Ahmet Hikmet Müftüoğlu yirminci yüzyılın yazarı, Türkçü bir isim, bu eseri halkta millî duygular uyandırmak için yazmış, yani dili zaten sade sayılır. “Sayılır” değil, basbayağı sadedir! Eser ilk defa 1922’de basılmış. Onaltıncı asırdan bahsetmiyoruz. Böyle sadeleştirmeye gidileceğine şimdiki nesle “yabancı” gelebilecek kelimelerin, sayfa altlarında karşılıkları verilse daha doğru ve iyi olmaz mı? Edebiyatımızın bu kıymetli kalemleri bu kadarlık titizliği, bu kadarlık kadirşinaslığı hakketmiyor mu? “Daha sade daha sade” derken gençler Türkçe ile düşünemez, konuşamaz, yazamaz oldu.

Ben bunu düşünürken… Yazı bitiverdi! Bir tuhaflık var! Bu hikâye eksik! Yarıdan da az! Dörtte bir bile değil! Dehşet içinde farkediyorum ki… Bu yayınevi sadece sadeleştirmekle kalmamış, aynı zamanda kısaltma da yapmış! Sadeleştirmeden daha fena bir durum ile karşı karşıyayım!

Bu sefer bende endişeli bir merak uyandı. Kitapçılarda bulduğum Çağlayanlar’ı alıp karşılaştırmaya başladım. Elime geçenler ne yazık ki hep sadeleştirilmiş metinlerdi. Ama bazıları kısaltılmamış. Ona da şükür! Hikâyeleri kısaltıp kuşa çeviren yayınevlerinden birinin yaptığı baskının kapağında bir ibâre: “Millî Eğitim Bakanlığı Genelgesiyle 100 Temel Eser Kapsamındadır.” Yani gönül rahatlığıyla alın, okuyun. Millî Eğitim Bakanlığı adı geçiyor ya kapakta? Sağlam bir referans! Daha ne istiyorsunuz?

Anlıyorum ki Fethi Tevetoğlu’nun önsöz yazdığı 1971’de Millî Eğitim Bakanlığı’nın bastığı Çağlayanlar orijinal metin. Ondan sonra birçok yayınevi sağını solunu kırptığı gelişi güzel baskılar yapmış. Tevetoğlu’nun önsözünü de koymuşlar ki, yaptıkları yayın mükemmel görünsün! Yaptıkları rezalet örtülsün! Yazarın kaleminden çıkan metne sâdık kalan benim görebildiğim bir de Ötüken Neşriyat var. Başka da vardır elbet. İnşaallah vardır! Ama çoğunluk sadeleştirilmiş olanlarda. Okuyucunun o sadeleşmiş ve kuşa dönmüş olan baskılara ulaşması ihtimali kat kat fazla. Onları okuyacaklar ve Çağlayanlar buymuş diyecekler! Ahmet Hikmet Müftüoğlu bunları yazmış, böyle yazmış. Doğru mu bu sizce? Böyle mi olmalı? Bu yazara saygısızlık, haksızlık değil midir?

Gelelim Halil Cibran’ın eserine. Kitap kapağında Gezgin yazıyordu. Adına uygun bir kapak kompozisyonu. Önce Cibran’ın uzun bir hayat hikâyesi. Güzel…Yalnız bu hayat hikâyesini kimin yazdığı belli değil. Sonra sıra esere geliyor. Ara başlık Kırık Kanatlar. Cibran’ın başka bir kitabının adı. Sağlık olsun! Ne demek sağlık olsun! Ben bu kitabı Gezgin diye almıştım, içinde Kırık Kanatlar’a döndü!

Sayfaları çevirmeye başladım. Cibran’ın yazılarına âşina değilim, Kırık Kanatlar diye okuyorum. Yazılar son taraflara doğru yarım kalmaya başladı. İki sayfa yazı, iki sayfa boş, iki sayfa yazı, iki sayfa boş… Yazılar başlıyor, bitemiyor! Ve kitap yarım kalmış bir yazı ile son buluyor.

Bu sefer Halil Cibran’ın farklı yayınevlerince basılmış kitaplarını aldım. Elimdeki kitabın kapakta yazdığı gibi Gezgin olduğunu anladım. Ara başlık Kırık Kanatlar konmuş ama yazılar Gezgin’in yazıları. Kapak doğru, ara başlık yanlış. Dikkatsızlık mi diyelim, ciddiyetsizlik mi?Aslında diğer bazı yayınevlerinin anlaşılması zor ve uydurma kelimelerle dolu tercümeleri ile kıyaslarsak, Erasmus Yayınları’nda mütercim iyi tercüme etmiş, mütercim kusurlu değil, ama yayınevi baştan savma davranmış.

Yıllar önce bir kitap elime geçmişti. Hâlâ kitaplığımdadır. Adı Kıyâmet ve Âhiret. Kapaktaki yazarı: İmam-ı Gazâlî. Mütercimi: Ömer Beğ. Müstear isim olduğu belli. 384 sayfa. 1992’de basılmış. Bu kitabı elinize aldığınızda ne düşünürsünüz? İmam-ı Gazâlî’nin Kıyâmet ve Âhiret isimli eseri. Ben de öyle düşünüp okumaya girişmiştim. Bir müddet sonra konular değişti. Gazâlî’nin ölümünden çok sonrasının olayları, isimleri işe karıştı. Dikkatlice bakınca anladım ki, 384 sayfalık kitabın sadece 60 küsur sayfası Gazâlî’ye ait. Geri kalan sayfaların kimin tarafından yazıldığı belli değil! Belki “Ömer Beğ.” İki bölüm arasında okuyucuyu uyaracak boş sayfa filan da yok. Şimdi bu durum yayın ahlâkına uygun mudur? Okuyucu kitabı “İmam-ı Gazâlî’nin” diye satın alacak, kitap başka birşey çıkacak. “Onlar da faydalı bilgilerdir canım, okumaktan, öğrenmekten ne zarar gelir?” Ne münasebet! Bu şekilde kitap basmak dürüst bir tavır sayılır mı? Bu okuyucuyu aldatmaya girer. Gazâlî’nin adından faydalanma. Aldatmak da kul hakkı yemek sayılmaz mı?

Şuurlu ya da şuursuz olarak bu çeşit yayıncılık yapmak, eserleri vücuda getirenlere de, okuyuculara da saygısızlıktır. Şuurlu olması son örnekteki durum, mûteber bir isimden faydalanma. Şuursuz olması önceki iki örnek; dikkatsizlik, sorumsuzluk, ciddiyetsizlik, cahillik.

Hâlihazırda yazan ve kitap bastıran yazarlar kendi haklarını kendileri savunur, basım hatalarının, yapılan yanlışlıkların davasını kendileri görebilir. Basılan kitaplar değiştirilemezse de en azından sesini yükseltir, şikâyetini dile getirir. Ama hayatta olmayan yazarlar ya da eserleri tercüme edilen yabancı yazarlar kitaplarının ne hale geldiğinden haberdar olamaz ki! Eserler yanlış, eksik basılırsa okuyucu o eserleri yanlış ve eksik tanıyacaktır. Yayınevlerinin editörlük hizmeti vermediği anlaşılıyor. Gerçi kitap kapaklarında bir editör adı yazılıdır hep. Peki, bu işi denetleyip düzenleyecek bir üst merci yok mudur? Yayıncılık hayatımız bu kadar başıbozuk mu olmalıdır? Bu kadar sorumsuz? Milli Eğitim Bakanlığı yahut Kültür Bakanlığı, matbuat ile hangisi ilgileniyorsa hayatta olmayan yazarların eserlerini ve tercümeleri yayımlanmadan, piyasaya çıkmadan önce veya yayınlandıktan sonra herhangi bir kontrolden geçirmiyor mu? Tercümeyse doğru bir tercüme mi? Metnin bütünü verilmiş mi? Sadeleştirme doğru yapılmış mı? Kitapların baş tarafındaki o ISBN numaraları, Sertifika no.’ları, arka kapağa yapıştırılan hologramlı bandroller hep göstermelik midir? Bu kadar sorumsuz ellerle, aslından bu kadar uzak basılıyorsa biz “kitap” denen şeye nasıl güveneceğiz? Bu şekilde davranan yayınevlerine karşı bir yaptırım yok mudur? Yayınevleri özel sektör diye denetimden âzâde mi olmalıdır? Benim elime geçen sadece bir yayınevi, sanırım ve korkarım, aynı “ayıp” yolu takibeden başka yayıevleri de vardır. Kimbilir daha başka hangi telif yahut tercüme kitaplar aynı kusurlar, eksikler ile basıldı ve piyasaya sürüldü? Hepsini okuyucu olarak bilebilmemiz mümkün değil. Bunları arayıp ayıklamak okuyucunun görevi de olamaz, zaten kapasitesini de aşan bir iştir. Biz kitapçıdaki kitaplara güveniriz, alırız, okuruz.

Meselâ, son günlerde İsa Kocakaplan arkadaşımızın sosyal medyadaki paylaşımından akla ziyan bir şey öğrendik. Yılların yazarı Hıncal Uluç köşesinde Ömer Seyfeddin’in Diyet hikâyesine yer vermiş. Çok iyi! Takdire şâyân! Amma velâkin sütununda verdiği metin sadeleştirilmiş metin ve, şimdi sıkı durun, hikâye içinde iki yerde “diyet” yerine “rejim” kelimesi geçiyor:

“Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu için rejim veririm. Fakat bir koşulum var.”

………..

“Aklında tut, benim tutsağımsın!” der, verdiği rejimi hatırlatırdı.

İnanabiliyor musunuz, diyet ve rejim? Diyet hikâyesinde bu iki cümle… Şaka gibi. Bu garâbeti yılların Hıncal Uluç’unun farketmemesi de ilginç. Sadeleştiren her kimse… Ne diyeyim?

“Erdi söz gâyete Bâki ne demek lâzımdır?”

Yayıncılık hayatımızdaki bu çeşit ayıpları denetleyip düzeltecek bir kurum, kurul, merci, makam, bir yer, birileri olması gerek!