Dr. Aybars Akoğlu

Dr. Aybars Akoğlu

11 EYLÜL…20 YIL ÖNCE 20 YIL SONRA

Bugün 11 Eylül. Dünya tarihinin dönüm noktalarından biri olan İkiz kule ve pentagon saldırılarının yirminci yıldönümü. Beşbinden fazla sivilin hayatını kaybettiği saldırılar sonrasında dünya terörizmin korkunç yüzüyle karşılaşıp, terörizmi en büyük tehdit olarak kabul etti. Bununla birlikte maalesef Türkiye’nin de içinde bulunduğu birçok ülkede baskıcı ve otoriter rejimler güç kazandı. Demokratik haklar azalırken, ülkelerin işlediği insanlık suçları milliyetçilik, vatanseverlik kisvesi altına saklandı.

11 Eylül saldırılarının en büyük bedelini saldırılardan binlerce kilometre uzakta yaşayan Afgan ve Irak halkları ödedi. Olayın sorumlusu olarak ilan edilen El Kaide örgütünün tüm üyeleri ve lideri Usama Bin Ladin Suudi Arabistan vatandaşı iken, Amerikan müttefiki Suudi Arabistan yerine tüm faturayı başta bu iki ülkenin halklarının ödemesi yüzyılın en büyük haksızlıklarından oldu. 

Saldırıların ilk gününden itibaren bazı çevreler ise bu saldırıların bizzat Amerikan gizli servislerince düzenlendiğini iddia etti. Bu iddiayı güçlendiren önemli söylemlerden biri, bu kadar büyük ve detaylı bir saldırıyı düzenleyebilecek bir örgütün daha sonra hiçbir hareket becerisinin olmamasıydı. Yine Amerikan dış istihbaratından sorumlu CİA’in saldırılarda yer alan iki teröristin El Kaide toplantılarına katıldığını bildiği halde iç istihbarattan sorumlu FBI’a bilgi vermemesi ve bu iki teröristin Amerikan vizesiyle ülkeye girmesine göz yummasını kanıt olarak değerlendirdiler. Saldırıları sebep göstererek Afganistan ve Irak işgalleri bu iddiaları akla makul hale getirebilir.

Elbette dünyadaki her türlü kötülüğün ABD tarafından gerçekleştirildiğini savunan ezberci, komplo teorisyeni tayfa ile bu kadar büyük ve organize bir saldırının her şeye gücünün kudretinin yeteceğine inandığı ABD hayranı tayfayı bir kutupta birleştirmeyi başardı. Bizim iznimiz olmadan ABD’ye kimse saldıramazdı algısını oluşturmak da bu söylentilerin bir kaynağı olabilir.

Saldırıların üzerinden tam 20 yıl geçti. Bugün ülkemizi de yakından ilgilendiren Afgan göçü bu saldırıların bugünkü sonuçlarından. Yine 11 Eylül ile tüm dünyada artan milliyetçilik söylemleri ile ülkesi için savaşmadığı iddia edilen Afgan halkı aşağılanıyor ve göçmenler ötekileştiriliyor. Oysa son 40 yılın en çok bedelini ödemiş ve en çok savaşın ortasında kalmış milleti Afganlar.

11 Eylülden yaklaşık 20 yıl önce Sovyet işgali ile başlayan zulüm ve katliamlar bugün Taliban rejiminin katliamlarının hala sürmesi ile kesintisiz 40 yıldır devam ediyor. Ülkeleri için savaşmadığı ile itham edilen Afgan insanı, nüfusu 13 milyonken sadece Sovyet işgalinin ilk beş yılında 1 milyon şehit vermiş, 3 milyon Afgan vatandaşı ülkelerinden göçe zorlanmıştır. Amerikan desteği ile Sovyetlere direnen Taliban öncüsü mücahitler o dönem dünya basınına özgürlük savaşçıları olarak lanse ediliyorken, Amerikan işgaline direniş söz konusu olduğunda terörist ilan edildiler. Amerikan ordusunun insanlık dışı tutumları, Amerikan devletinin desteklediği Afgan hükümetinin ve ordusunun yozlaşmışlığı dünyanın en zorlu coğrafyasında Taliban denen cinayet şebekesini güçlendirdi. Bugün Kabil sokaklarında siyah bayraklı orta çağdan kalma adamlar kadınlara, sivil vatandaşlara ölümü getirdiyse onları bu ortamı hazırlayan Amerikan dış siyaseti ve lafta demokrasi havariliği yalanı da o kadar ölüm kokmaktadır.

2001 yılında başlayan işgal ve Taliban’ın yok edilmesine gelinen noktadan 2003 Irak İşgaline geçilmesi ve bunu tüm dünyaya Irak’ta nükleer silahlar bulunduğu iddiasına dayandırılması ABD’nin bu coğrafyaya yaptığı en büyük ihanetlerdendir. Zamanında kendi getirdikleri diktatörü ipte sallandırmak için yüzbinlerce Iraklı insanın vebaline girilmiştir. Sonrasında Afganistan’daki insanlık dışı uygulamalar ve 2 trilyon doları aşan harcamalar sebebiyle askerleri geri çekme planı Afganistan’ı orta çağa teslim etmiştir.

Bu süreçte Taliban’a direnen ve büyük zaferler kazanan laik anlayışa sahip Raşit Dostum’a Türkiye üzerinden verilen desteğin Refahyol hükümeti döneminde kesilmesi de Türkiye’nin en büyük stratejik hatalarından olmuştur. 

Maalesef milliyetçilik ve ırkçılık dünyada farklı görünümlerde hortluyor. En demokrat gördüğümüz dostlarımızın bile göçmen düşmanlığı bizleri üzüntüye sürüklüyor. Bu insanların kaderini belirleyen ve onları göçmen olmaya hazırlayan ve zorlayan ve buna tedbir almayan siyaset ve siyasetçileri sorgulamadan bu insanlara gösterilen nefret akla şu endişeli soruyu getiriyor. Bir gün biz de göçmen olmak zorunda kalır mıyız?

Önceki ve Sonraki Yazılar