Süleyman Karan

Süleyman Karan

Akademide infial!

Başlığa bakıp da aldanmayın; infial, akademik ortamı yok etmeye yeminli, üniversiteden bilimi ve özgür düşünceyi atmak için her türlü provokasyon ve zorbalığı yapmaya yeminli iktidara yönelik değil. Tersine, ‘yeter artık be, hem iktidarın baskısına hem de akademinin bitmez ikiyüzlülüğüne’ diye özetlenebilecek Levent Ünsaldı’nın istifa mektubuna çok sinirlendi, muhalif cenahın ‘alıntı’ sevdalısı akademisyenleri...


Fiyaka bozuldu ya fena oldular


Birkaç paragrafını ara ara paylaşacağım, önce en zülfiyare dokunan ve hâlâ üniversitelerde, atılmamak için ağzını sıkı sıkı kapatmış, ama eş-dost muhabbetinde süper muhalif ve çok bilmiş akademisyenleri çileden çıkaran şu cümlelerle başlayalım: “Amfilerde, derslerde, ama sadece oralarda, tahakkümle mücadelenin en fiyakalı örneklerini verebilmiş, hatta zaman zaman, ‘Polis, limon sat onurunla yaşa’ sloganını, tuzu kuru bir ukalalıkla dillendirmekten de geri kalmamış biz burnu büyük muhalif akademiklerin, eğer mesele onur veya haysiyetse, ülkenin akademisi devasa bir despot aygıta dönüşmüşken, dostlarımız patır patır düşerken, memuriyetimize ve o ufacık kredi kartlarımıza bu kadar tutkuyla sarılmamız ve ‘limon satma’ ihtimalini, bir saniyeliğine bile olsa hiç düşünmememiz en iyi ifadesiyle konformizm, en kötü ifadesiyle de haysiyetsizliktir."


Tahlil yapma, bir kan tahlili yaptır!

 

Acı değil mi? Acı, ama gerçeğin ta kendisi de değil mi? O akademisyenlerin önemli bir bölümü, burnundan kıl aldırmayan, panellerde, gazete köşelerinde, bir ara TV’lerde ‘ne kadar farklı, ne kadar bilgili, ne kadar ilkeli’ olduklarını dünya aleme göstermek için her türlü entersanlığı yapan kişiler... Gezi Direnişi sürecinde böyleydiler, ta ki direniş sönümlenene kadar... Sonra bir sessizlik, ortalık durulunca biraz rüzgar tekrar muhalefetten yana esince yine o ‘müthiş’ tahlilleriyle arz-ı endam ettiler. Böyle bir adım ileri, iki adım geri devam ettiler. Durumu kurtarmak, maaşı korumak temel prensipleri oldu hep... Barış Akademisyenleri ortaya çıkana kadar böyle idare ettiller. İşte zurnanın zırt dediği delik bu oldu, araya bir de 15 Temmuz iç savaş kışkırtması girdi ve derken, OHAL ile birlikte takke düştü kel göründü!


Buraya kadarki tüm ortam betimlemeleri, iktidar kaynaklı faşizan baskılardan dolayı ‘bir konumlanma’ diyelim! Bu konumlanmamın, ‘ekmek parası’yla ilgili olduğunu, hadi korkunun da bir ölçüde anlaşılabilir olduğunu varsayalım... (Varsaymamak ve anlamamak konusunda kimine göre ‘kibirli’ kanımca ‘onurlu’ bir inadım var ama, neyse...)

 

Nalına vurmak yetmez mıhına da...


Buraya kadar, sessiz kalabilirlerdi belki pek değerli, pek bilgili, pek analitik ‘akademisyenler’ ama işte şimdi Levent Ünsaldı’dan elektrik şoklu cümleler: "Kaybedeceğimiz nedir mi diye sormuştuk? Evet, işte sadece budur, bu maskaralıktır kaybedeceğimiz... Esasen memurken, büyük entelektüelmişiz gibi yapmayı kaybedeceğiz…Esasen çok sıradan, üstelik de bigâne bir tefsirciyken, gerçek bir araştırmacıymışız gibi yapmayı kaybedeceğiz… Esasen çok vasat ve acemi bir sosyal felsefeciyken, büyük teorisyen gibi yapmayı kaybedeceğiz… Esasen tedrisi bir tedirginken, uçuk-kaçık bir düşünce insanıymışız gibi yapmayı kaybedeceğiz… Esasen ezik bir kötü yorumcuyken, karizmatik ve derin bir münevver gibi yapmayı kaybedeceğiz… Esasen okumazken, okuyormuş gibi yapmayı kaybedeceğiz… Esasen hiçbir şey üretmezken, üretiyormuş gibi yapmayı kaybedeceğiz… Esasen dibine kadar küçük hesaplarımıza batmışken, koca koca laflarla insanlara gaz vermeyi kaybedeceğiz… Ve son KHK’ler örneğinde; Esasen umurumuzda dahi değilken ve hatta ‘aman bize dokunmasın’ sinmişliğiyle yaşarken, ‘Ya çok üzüldüm’ deme samimiyetsizliğini kaybedeceğiz… Esasen o kadroya-koltuğa yapışıp ‘Aman bir laf etmeyim şimdi, ne olur ne olmaz’ korkusuyla titrerken, ‘Ama efendim bilimsel tarafsızlık diye de bir şey var’ deme ahlaksızlığını kaybedeceğiz…"


Burada tasvir edilen, bu iktidar dönemine ilişkin akademik dünya değil... Bu bu ülkede her zamanki ‘akademiya’! Ben sadece bir anımı aktarıp, son olarak da Ünsaldı'yı düşman ilan edenlere bir iki laf edip bırakayım.

 

Bilimden, felsefeden itinayla soğuturlar

 

Büyük bir heyecanla linasüstüne başlamıştım, AB’nin Sosyo-Kültürel Yapısı’nda... Pek beğendiğim ama şahsen tanımadığım bir profesörden ders alacaktım. Estetik üzerine yetkin bir felsefeci olduğunu sanırdım. Derslerinde alıntı dışında hiçbir şey alamadım, sonra bir de fark ettim ki, Nicolai Hartmann’dan apartıp apartıp alıntı yapmakta ve ne hikmetse Hartmann’ın çevirisi yapılmamış! Ama ben dil biliyorum!.. Sonra öylesine abuk sabuk derslerden bıkıp bıraktım. Geçtim Sistematik Felsefe ve Mantık’a... Kadınların hegemonyasında, pek ‘çağdaş’ bir bölümdü!.. Haftada 4 saat feminizm dersine maruz kaldık! Sebep, öyle isityorlardı, zira o dönem feminizme sarmışlardı ve bir taşla iki kuş vuracaklar, öğrencilerine hazırlattıklarını, toplantılarda kullanacaklardı. Yine alıntılar silsilesiyle süren dersler sonrasında felsefeden soğumak yerine ‘akademiya’dan soğudum! 


Bir anımı daha hatıradım... Siyasal Bilimler Fakültesi’nin en asosyal ve ezberci, biraz da yağcı tipleri asistan olmuştu. Rekabetten korkan, memur olmayı tercih eden kim varsa... Neyse ki o dönemde, hâlâ pek çok araştırmacı, farkındalık yaratan insan vardı, şimdi çok az kaldı... Belki atılanlarla bir araya gelip gerekirse parklarda gerçek akademiye can verirler... 


Ucuz şarap için ordövr: Alıntılama


Ama pek çoğu hâlâ Levent Ünsaldı’nın eleştirisine saldırıyor: Neymiş; dili erilmiş? Neden eril, o açıklanmıyor. Çünkü onlar Jacques Derrida’dan, Michel Foucault’dan alıntı yapmaya alışmış olduklarından, zahmet edip kendi fikirleriyle yanıt veremiyorlar. Bari alıntı yaptığınız insanların direniş ruhundan üç kuruş nasibinizi alsaydınız, statüko karşısında gözü kara duruşlarından bir tutam... Olmaz mıydı? Hayır olmazdı... Bol alıntı, ucuz şarap, ezbere alıntı, bolca riya... Ve maaşa talim... Aferin ‘akademik tarafsızlık’! 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar