F tipi Frankenstein

Dr. Viktor Frankenstein tanrılığa soyunup hastalıkları ve ölümü yok etmek gayesiyle bir ucube yarattığında ona isim bile vermemişti. O yüzden ‘Frankenstein’ denildiğinde, insanlar romanda onu yaratan doktoru değil, daha çok o ucubeyi biliyorlar.
Aslında adı Frankenstein olmayan o ucube çok meşhur bir figürdür. Bununla beraber Frankenstein’in hikâyesi pek önemsenmez. Figürün korkunç hali, hikâyesinin önüne geçmiştir. Bu durum, yazar Mary Shelley’in istediği bir durumdur. İstemsiz bir şekilde Frankenstein’a empati yapmanın en iyi yolu, belki de Frankenstein’dan rahatsız olmaktır.
Hem ülke olarak hem de küresel ölçekte içinde yaşadığımız süreci en iyi anlatan eserlerden biridir Frankenstein. Dr. Viktor’un ölü bedenlerden elde edip yarattığı ucube olan asıl Frankenstein, kendisini yaratan doktoru tanıyan, bilen bir varlıktır. Başlangıçta temiz duygular ile ortalıkta dolaşırken korkunç-ucube görünümü ve orantısız gücü nedeniyle insanlar ondan uzaklaşıp kaçarlar, korkarlar ve hatta tiksinirler. İşte bu durum, bizim ucube Frankenstein’in kendisini yaratan Dr. Viktor Frankenstein’i, yani babasını bulup ondan hesap sormasını gerektirir. Elbette bu hesap, pek ucuz olmayacak ve durup dururken bu dünyaya gelmiş olmanın bedelini babasına ağır bir şekilde ödetecektir.
12 Eylül 1980 darbesi, ‘24 Ocak Kararları’ denilen memleketi topyekûn vahşi liberal ekonomiye teslim etme projesi uğruna uluslararası sermaye tarafından fonlandırılmış, taşeron olarak TSK tarafından gerçekleştirilmiş bir darbeydi. Ekonomik bir gerekçesi olmayan bir darbenin olması mümkün değildir bu dünyada. Durup dururken, birtakım Atatürk ilkeleri için hiç kimse darbe yapmaz, hatta kılını bile kıpırdatmazdı bu ülkede. Uluslararası kapitalizmi yaşatma sisteminin onay vermediği bir darbe olmazdı bu memlekette. Olursa da kısa sürede karşı darbe ile ötelenir ve ezilirdi zaten.
    12 Eylül cuntasının en hararetli günlerinde sanılanın aksine bazı dini cemaatler bir miktar zorlandılar. Çünkü Nurculuk ve devamı olan Fethullahçılık dışında diğer cemaatlerin yapısı tarihten gelen gelenekselleşmiş ve kurumsallaşmış hakiki tarikat anlayışına sahiptir. Üstelik bilindik anlamda gerçekten tarikat olan bu cemaatler, sanılanın aksine cümleten tek bir lidere bağlı olmayıp bölünmeye pek münasiptir ve bölünmek doğalarında vardır. Sözgelimi, bir şeyh çevresinde mürit toplar ama ara sıra yetiştiğine inandığı yeni halifeler atar ve dolayısıyla her yeni halife tarikatta ayrı bir yol edinir. Hemen hepsi sağcı olmakla beraber her birinin belli başlı konularda, siyasi yelpazede farklı yaklaşımları bulunabilir. 12 Eylül cuntası ve Özal yılları döneminde özenle büyütülen beslenen Fethullah Gülencilik dışında gerçekten tasavvufi eğilimleri olan diğer cemaatlerin kontrolü içlerine sızan ajanlar vasıtasıyla pek kolay sağlanmaktaydı.
Diğer cemaatlerde uygulanan ritüeller yüzlerce yıl geriye gidiyordu. Cumhuriyet döneminde veya geç Osmanlı çağında sonradan oluşmuş cemaatler değildi söz konusu olan. Üstelik bazıları, derin güçler tarafından “istenmeden veya gönülsüz biçimde” kullanılıyordu. Oysa tam da ‘yenidünya düzeni’nin icat edildiği yıllarda türeyen bir başka bir cemaatin devamı olan yeni bir cemaat, geleneksel tarikatlardan farklı olarak yenidünya düzeninde rol almak için pek hevesliydi. Geçmiş köklerinden dolayı kullanılmaya gönüllü olduğu da aşikârdı. Öte yandan gerçek anlamda tam bir lider cemaatiydi. İkide bir hiyerarşi gereği ona buna el verip her köye, her kasabaya bir süre sonra bağımsızlaşan halifelikler dağıtan bir cemaat değildi söz konusu olan. Amip gibi bölünmüyordu bu cemaat. Teorik altyapısı olan, resmen Kuran dışında kutsal kitapları olan, tabiri caizse masonik bir dayanışma ruhunu kopya etmiş, diğer cemaatler gibi ticareti elitler seviyesinde değil, daha geniş kitleli orta sınıf seviyesinde en az dini vecibeler kadar önemseyen bir cemaatti söz konusu olan. 12 Eylül’ü sipariş edenler için bulunmaz bir Hint kumaşıydı bu cemaat.  İşte bu yüzden, 12 Eylül cuntası döneminde neredeyse yalnızca bir tek cemaat baskı görmedi. O kadar baskı görmediler ki, 11 yaşımdayken askerlerin gözleri önünde hepimizin evlerimizin yanına geldiler sözde ‘dershaneler’ açtılar. Bu dershaneler ışık evleriydi. Baskı görmek şöyle dursun, el bebek gül bebek desteklendiler ve büyütüldüler. Ucundan azıcık girilen sözde bir demokrasinin ilk meyvelerinden biri Zaman Gazetesi oldu. 12 Eylül askeri cuntasının en çok torpil geçtiği cemaat elbette Fethullah Gülen cemaati oldu. Özallı yıllar, Özal her ne kadar elitist bir koldan Nakşibendi kökenli olsa da F tipi cemaatin koza dönemini yaşadığı gümüş yıllar oldu.
    Bugün TSK’ya meydan okuyan bir cemaat var aramızda. Aslına bakılırsa kendisini yaratan 12 Eylül askeri cuntasının sahibi olan TSK’yı ‘babası’ gibi görüyor olmalı bu cemaat. Bu yüzden, bu günlerde kendisini “neden yarattığının” hesabını soruyor. Tıpkı varlığını ve gücünü fark edip kendini yaratanı sorgulayıp yok etmeye girişen Frankenstein’in kontrolden çıkması gibi kontrolden çıkmış durumdalar. F tipi cemaat, kendisini yaratanın TSK olduğunu sanıyor. İşin enteresan yanı, bütün o onur ve gurur kisvesi altında TSK da bir zamanlar yediği haltın şimdi nereleri tırmaladığını biliyor ve maalesef o da öyle sanıyor. 12 Eylül 1980 sonrasında yeni kuşaklar “solcu olmasınlar” diye uygulanan CIA ve Pentagon uygulamalı “Yeşil Kuşak Teorisi” yıllarının ürünüdür bu F tipi Frankenstein...
    Yaşanmakta olan süreç, Frankenstein romanının sonuna doğru gittiğimizi ortaya koyuyor. Nasıl ki, o romanın sonunda Frankenstein’in sonu belirsiz kaldıysa herkes bilsin ki, gerçek hayat da böyle olacak.

***
Yukarıdaki yazıyı uyduruk Balyoz davası sürecinde 2010 yılında yazdım yayınladım. O zaman neredeyse hepiniz hocaefendi diye diye yeri göğü inletiyordunuz. Meğerki hepiniz korkuyormuşsunuz yarattığınız o ucubeden… Bir avuçtuk biz o vakitler… Peki, ama bu haydutların sayenizde yarattığı “Dokunan yanar” efsanesinden biz neden korkmadık?



Önceki ve Sonraki Yazılar