İnanç ve düşünce

Kur’an inançla düşünce arasında çatışmayı değil, kucaklaşmayı, yani düşmanlık yerine dayanışmayı esas almaktadır. Çünkü bu ikisi insan bilincinin iki ayrı tavrıdır: Bu iki tavır arasında alan farkı olmakla birlikte; çatışma yoktur, olamaz, olmamalıdır. Çünkü temel ilke olan tevhit (birlik) gereği, ikisi de aynı kudretin elinden çıkmadır. İkisi arasında çelişme ve çatışma söz konusu edilemez. Ediliyorsa, yapıya dışarıdan müdahale vardır. Kur’an’a göre bu müdahale bağy (doymak bilmeyen azgınlık) çeteleri olan din temsilcileri tarafından yapılmıştır.
İnançla düşünce arasında çelişme ve çatışma yaratarak kitleleri düşünmek yerine, neden ve niçinin sorulmadığı inanç alanına hapsedip gütmek, dinci siyasetlerin ve din adûdlarının (dinci azmışların) temel sermayesidir. Bunun içindir ki, dinciler akla ve onun işletilmesini sağlayan kurum olan felsefeye düşmandırlar. Raiyye bir kitle yaratmak, felsefe serbest olduğu sürece mümkün olmaz. Bakın, 21. yüzyılın Atatürk ışığıyla aydınlanmış Türkiyesinde bile liselerden, hatta ilahiyat fakültelerinden felsefeyi kaldırıyorlar. Çünkü felsefe onların katranlı saltanatına zarar veriyor. İstiyorlar ki, düşünceye karşı inancın verilerini silah olarak kullansınlar ve aklı işleterek kendilerine karşı çıkan nesilleri rahatlıkla bastırıp sindirsinler.
Prof. Cahit Tanyol, dinciliğin ayak seslerinin tehlike sinyallerini sıklaştırdığı yıllarda şunları yazıyordu: “Özgür düşüncenin kaynağı olan felsefenin seçmelik ve din derslerinin zorunlu ders olarak okul programlarında yer alması, her şeyden önce, insan bilincine karşı kurulmuş bir tuzaktır.” (Tanyol, Laiklik ve İrtica, 19).
Bu tuzak, dincilerin isteği yönünde, ‘Atatürkçülük ve çağdaşlık’ sloganlarıyla köşe başlarına oturmuş, birkaç oya satmayacağı hiçbir değeri olmayan ‘sağcı’ lakaplı siyasetçiler eliyle işletildi ve Türkiye, iki binli yılların karanlığına teslim olma noktasına getirildi. Bu tuzağı tahkim edenler, siyasetin ilkesiz ve idealsiz kodamanları oldu. Bu siyasal kadavralar, şimdi de pişkin pişkin Türkiye’nin kıvrandığı acılardan şikâyetçi olabiliyorlar.
Beyler! O acıların Türkiye’yi içine çekmesinin sebebi sizden başka kimdir?  Şimdi, hangi yüzle ondan bundan şikâyetçi oluyorsunuz! Daha birkaç yıl önce, “Bunların yolunu açmayın, sonra saçınızı başınızı yolarsınız, tarih sizi affetmez” diye feryat ettiğimizde ‘ballı süt keyfini-ze zarar gelmesin’ diye şu yolda kandırmacalarla bize karşı çıkmadınız mı: “Bunlar, donunu bağlamaktan âcizler, üç ayda biterler, iş yine bize kalır.” Siz, bu ‘donunu bağlamaktan âcizlerin’ arkasında, donunu çok iyi bağlayan ABD ve AB’nin durduğunu bilemeyecek kadar ebleh miydiniz?
Artık halkı kandırmayın, yalan ve dolanla ortalıkta Atatürkçü, aydınlıkçı, laik falan cakaları satmayın! Sizin yaptıklarınızı bilenler var. Akıl almaz angutluklar yaptınız. Ve bütün bunlara rağmen hâlâ konuşup duruyorsunuz!

31 MART VE 12 EYLÜL
Değindiğimiz angutluk veya aymazlığın apoletli bir versiyonu da var. Prof. Cahit Tanyol, o versiyona da şöyle parmak basıyordu: “Atatürk’ün laik cumhuriyetini yıkmak bakımından 31 Mart olayı, 12 Eylül hareketinin yerleştirmiş olduğu irtica yanında masum kalır.” (Laklik ve İrtica, 24).
Elhak, masum kalır. Neden mi?
31 Mart müşrik hareketi, içerideki bazı dinci manyakların tertibiyken, 12 Eylül yıkım hareketi ABD gibi bir zulüm imparatorluğunun tertibiydi. “ABD’nin çocukları” tarafından yapılmıştı. 31 Martçı ruh hastaları nerede, haçlı süper güç ABD nerede!
 


Önceki ve Sonraki Yazılar