Türkiye'nin dönemeci ve kurucu irade

Amerikancı bir sivil darbe ile iktidara gelen AKP-Cemaat koalisyonunun yürüttüğü Balyoz ve Ergenekon soruşturmalarıyla Türkiye’de son Kemalist kadrolar ordudan, bürokrasiden ve geleneksel iktidar blokundan tasfiye edildi.

Böylece 60 yıla yayılan karşı devrim, siyasal İslamcı AKP ve ortaklarının talepleri ile emperyalizmin bölgesel ve küresel ihtiyaçları örtüştüğü için başarıya ulaştı.

AKP ve iktidarı eline geçiren siyasal İslamcı (mezhepçi) kadro, bu tarihsel fırsatı utanç verici yöntemlerle değerlendirerek, zaten içi boşaltılarak bir kabuğa dönüşen 1923 Cumhuriyetini yıktı.

Çünkü Tayyip Erdoğan ve AKP, bazı liberallerin ileri sürdükleri gibi, akademik ve politik anlamda merkez sağ ya da muhafazakâr bir siyaset adamı ve parti değil, esas olarak sistemle çatışan, onu köklü bir şekilde değiştirmeyi hedefleyen militan dinci (mezhepçi) bir partidir.

Siyasal terminolojide bu partiyi tanımlayan kavram “Müslüman demokratlık” bile değildir; bu hareketi tanımlayan en doğru kavram siyasal İslamcılık, Türkiye özgülünde de radikal mezhepçiliktir. Ortaçağ artığı bir ideolojik politik çizgidir.

AKP ve Cemaatin yollarının ayrılması ve aralarında çıkan sert kavga bu tabloyu değiştirmiyor.

Öyle anlaşılıyor ki, devleti ele geçiren bu iki gerici koalisyon gücü, ganimetin paylaşılması konusunda anlaşamadılar. Başka bir anlatımla ele geçirdikleri devlete kimin egemen olacağı konusunda aralarında ihtilaf çıktı ve çatışma başladı. Bu çatışma Cemaatin yenilgisiyle sonuçlanmış görünüyor.

Yeni rejimin mutabakatı
Cumhuriyetin büyük ölçüde tasfiye edildiğini, Türkiye’nin tarihsel akış ve ilerleme yatağının dışına çıktığını tespit edebiliriz. Ancak ortada çok önemli bir sorun var; Erdoğan ve militan İslamcı ekibi, eski rejimi, cumhuriyeti yıktı, bu doğru, ve fakat yıktıklarının yerine kendi rejimlerini, İslamcı faşizan bir düzeni henüz tam olarak kuramadılar.

Bu konuda ne siyasal zora ya da toplumsal rızaya dayalı bir mutabakat oluşturabildiler ne de kurmaya çalıştıkları yeni rejimi hukuksal bakımdan anayasal bir güvenceye alabildiler. İşte bu nedenle Erdoğan ve AKP liderliği, yeni bir toplumsal, siyasal ve tarihsel mutabakat oluşturmak istiyor. Bunu yolu yeni anayasa oluyor.

Bu anlamda Erdoğan’ın önceki gün yaptığı ve bütün gerçeği itiraf ettiği konuşması önemlidir.

Dün Yurt Gazetesi’nin de manşetinden “Darbe itirafı” başlığıyla verdiğimiz bu konuşmanın can alıcı bölümü şöyle;
“İster kabul edilsin ister edilmesin; Türkiye’de yönetim sistemi değişmiştir. Artık bu ülkede sembolik değil, fiili gücü olan bir cumhurbaşkanı var. Şimdi yapılması gereken; bu fiili durumun hukuksal çerçevesinin yeni bir anayasa ile netleştirilmesi, kesinleştirilmesidir.”

Karşı devrim itirafı
Bu sözler, son yıllarda yapılan en önemli siyasal konuşmadır. Dahası son dönemde yapılan en önemli siyasal ve tarihsel tespittir. Anımsayanlar olacaktır; benim daha önce çeşitli yazılarımda birçok kez altını çizdiğim bir değerlendirmenin ve siyasal analizimin en yetkili ağız tarafından doğrulanmasıdır.

Bu kadar açık işte!

Erdoğan’ın bu sözleri rejimin sinsice, örtülü bir darbe ile değiştirildiğinin ve fiili bir durumun yaratıldığının açık itirafıdır.

Anlamı şudur; ülkede şu anda bir hukuk düzeni yok. Erdoğan kendisini cumhurbaşkanlığına taşıyan anayasal düzenin fiilen geçerli olmadığını, artık sistemin değiştiğini ve yeni durumu hukuksal güvenceye alacak yeni bir anayasanın yapılmasının gerektiğini, dahası bunun bir zorunluluk olduğunu belirtiyor.

Bu bir darbedir. Artık Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı yok hükmündedir.

Çünkü Erdoğan kendisinin o makama gelmesini sağlayan anayasal düzenin ve hukuksal yapının artık geçerli olmadığını ilan ediyor.

Üstelik ‘mevcut anayasal ve hukuksal düzenin’, demokratik ve yasal yollardan da değil fiilen ortadan kalktığını söylüyor.

Bu durumda kullandığı yetkilerin –ki bunlar arasında devletin silahlı güçleri, polisi, adliyesi de var- yasal hiçbir dayanağının olmadığını da kabul ediyor.

YENi BiR KURUCU iRADEYE iHTiYAÇ VAR!

Şimdi ortada öyle bir siyasal tablo var ki, bu ülkede artık kimse “mevcut anayasal düzeni zorla değiştirmeye kalkışmak” suçlamasıyla soruşturulamaz, yargılanamaz. Ortada tanımsız, anayasasız, felsefesi olmayan, tarihsel referansları belirsiz, üzerinde mutabakat sağlanmamış bir devlet ve iktidar var.

Türkiye tam anlamıyla bir iktidar boşluğu yaşıyor. Ülke siyasal merkezin dağıldığı, farklı iktidar odaklarının oluşmaya başladığı ve devleti bir arada tutan üzerinde anlaşma sağlanmış hukukun bulunmadığı bir dönemden geçiyor. Bu bir ‘fetret’ durumudur. Türkiye yeni bir fetret döneminden geçiyor.

Bu duruma son verecek tarihsel, yeni bir kurucu iradedir. Erdoğan, AKP ve siyasal İslamcı hareket cumhuriyeti yıktı, ancak bir kurucu irade ortaya koyamadılar. Kuruculuk için birikimleri, donanımları, tarihsel referansları, bilgileri, görgüleri ve güçleri son derece yetersiz. Tarihin akışını, dünyanın içinden geçtiği büyük dönemeci, bölgenin siyasal durumunu doğru okuyamadıkları için bir kurucu irade oluşturmaları da son derece güç.

Daha da önemlisi, Erdoğan ve siyasal İslamcı ekibi Türkiye’nin aydınlanma ve modernleşme birikimini hafife aldı. Bu ülkenin ilerici ve devrimci birikimini dikkate almadan atılacak her radikal adımın, toplumun işleyiş yasalarına, tarihin mantığına ve insanın doğasına karşı bir savaş, üstelik kazanılması imkânsız bir savaş olduğunu anlayamadılar.

Bu konuda bir mutabakat arayışında ise çok geç kaldıkları görülüyor.

Ergenekon’un anlamı
Yukarıda çizilen perspektiften bakıldığında; Ergenekon operasyonu ve soruşturmalarının (Balyoz ve benzer diğer davalar dâhil) Cumhuriyet tarihinin en önemli siyasal ve toplumsal kırılma noktalarından biri olduğu açıktır. Bu siyasal hamle ve saldırı üzerinden düşük yoğunluklu bir İslamizasyon projesinin (ılımlı İslam) hayata geçirilmek istendiği, artık tartışılmayacak şekilde ortaya çıkan bir gerçekliktir.

Bu operasyon ve davalar, Birinci Cumhuriyeti tasfiye siyaseti ve stratejisinin en önemli, dahası en belirleyici etabıydı. Liberallerin ve bazı sol çevrelerin anlamadığı, daha doğrusu anlamak istemediği gerçeklik buydu. Kürt milliyetçiliği ve İslamcılığın terörize ettiği siyasal ve entelektüel ortamda bu gerçekliği görmek belki çok zordu ama imkânsız değildi.

Sonuç olarak, Ergenekon operasyonunun demokratikleşme ve derin devletin tasfiyesiyle ilgisinin bulunmadığı; gerici ve karşı devrimci bir dönüşüm projesinin hayata geçirilmesinden başka bir anlam taşımadığı tarihsel bakımdan bir kez daha tatmin edici şekilde ortaya çıktı.

Gerici tarih hipotezi
Geçen haftaki yazımda da işaret etmeye çalıştığım gibi; Türkiye’de Birinci Cumhuriyetin tasfiye edilmesi ve bir ılımlı İslam rejimi kurulmasının teorik temeli ve tarihsel gerekçesini, Müslüman ülkelerdeki Batı tipi modernleşme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımı oluşturuyor.

Açarak devam edelim; İslam’la laikliğin bir arada olamayacağı, eleştirel akla ve bilime dayalı bir toplumsal ve siyasal düzen kurulamayacağı; dolayısıyla Batılı anlamda “demokratik” rejimlerin Doğu’da maddi, kültürel ve tarihsel temellerinin bulunmadığı ileri sürülüyordu. Bu nedenle “Doğu’ya özgü” ve “düşük yoğunluklu” bir demokrasinin, örneğin sandığa dayalı çoğunlukçu bir düzenin yeterli olacağı belirtiliyordu. Dinsel dogmaların birey ve toplum hayatını belirlediği, fakat mutlak şekilde Batı yanlısı olacak bir model/rejim öneriliyordu.

Gerçek ise, Batılı emperyalist ve oryantalist teorisyenler, genel olarak Doğu’nun, özel olarak da İslam dünyasının, Batı’da gerçekleşen aydınlanma ve modernleşme yolundan ilerleyerek laik düzenler kurup kendilerini yakalamasından korkuyorlardı. Bu nedenle kötü ve yozlaşmış örnekleri gösteriyor ve bakın “olmuyor” diyorlardı.

Aralarındaki en başarılı model olan Türkiye’de ise Cumhuriyeti tasfiye ediyorlardı.

İşte bu kirli operasyonun taşeronları ise, küçük mezhepçi amaçları ve çıkarları için bütün ülkeyi ve toplumu feda etmekten çekinmeyecek bir yobazlık içinde olan Türkiye’nin tarihsel gericiliği siyasal İslamcılardı. AKP, emperyalizmle kavga ederek değil, işbirliği yaparak iktidar olunabileceğini gören siyasal İslamcıların partisiydi.

Tam da bu nedenle Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş hareketinden ayrılmışlar ve partilerini ABD’nin İslam dünyasına ilişkin bir siyaset planlaması olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçası olarak kurmuşlardı.

Bu anlayışı Doğu’nun, bu arada Türkiye’nin İslamcı yazıcıları da tersinden destekliyorlardı. Onlar da laik bir modernleşme projesinin başarısız olduğunu ileri sürüp, “Batı’nın ilmini ve fennini alıp, kültürünü reddetmeliyiz” diyorlardı.

Oysa sorun tam da burada yatıyordu. Çünkü Batı’yı Batı yapan, tam da o reddettikleri ve çoğu kez bir ahlaksızlık saydıkları “kültür” oluyordu.

O kültür, kabaca insan aklının özgürleştirildiği, laik bir toplumsal düzen, felsefe eğitimi, akla ve bilime dayalı bir devlet yönetimi demekti.

Burada sorun Doğulu kimliğini, yerel kültürünü, geleneklerini ve değerlerini korumak değildi.

Çünkü aynı İslamcılar bütün bunların ayaklar altına alınmasına hiç ses çıkarmadıkları gibi, bu anlamda ‘muhafaza' ettikleri hiçbir şey de yok.

Önceki ve Sonraki Yazılar