
Kalpsiz dünyanın kalbi
Marx’ın çokça bilinen ve aktarılan bir sözü vardır: “Din kitlelerin afyonudur.” Aynı paragrafta geçen ve daha az bilinen kısım ise şöyledir: “Din, kalpsiz bir dünyanın kalbidir.”
Burada afyon “uyuşturucu” anlamında kullanılmaz; dinin dünyanın acılarına, yoksulluğa ve ezilmişliğe katlanmayı kolaylaştıran işlevine atıf yapar.
“Din, egemenlerin elindeki neştere karşı yoksulların başvurduğu narkozdur” da diyebiliriz.
Dinin, bu dünyaya katlanmak için sahip olduğu işlevin farkında olanlar ise yalnızca yoksullar değildir; yoksulların içgüdüsel olarak sığındığı dine, egemenler gayet bilinçli bir şekilde, egemenliklerinin devamı adına sarılırlar.
***
Bir sekülerleşme/aydınlanma projesi olarak ortaya çıkan Cumhuriyet, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar kurucu ideallerine bağlı bir görünüm arz etti.
Ancak, savaşın hemen ertesinde başka bir savaş, “Soğuk Savaş” başlayınca; Türkiye yönetici sınıfı, safını kayıtsız şartsız kapitalist blok olarak belirledi.
Bu, milliyetçiliğin ve dinin ipine sarılmak demekti; çünkü komünizme karşı panzehirin bu ikisi olduğu düşünülüyordu.
Türkiye, 1940’lar boyunca bir yandan uluslararası kapitalizmin yeni oluşturduğu IMF, Dünya Bankası gibi kurumlara üye olurken öte yandan imam-hatipleri, Kur'an kurslarını yeniden açtı, din derslerini yeniden müfredata koydu.
Bir yasa misali, Türkiye dünya kapitalist sistemine daha derinden entegre oldukça, dinselleşme arttı.
Çünkü dünyadaki diğer muadilleri gibi, Türkiye yönetici sınıfı da, dinin sınıf bilincinin ortaya çıkışında ve dolayısıyla sınıf mücadelelerinin keskinleşmesinde oynadığı engelleyici rolün farkındaydı.
***
Sol düşmanlığı ve emek mücadelesinden duyulan korku nedeniyle açılan İslamizasyon kapılarından milliyetçi-muhafazakâr kalem erbabı, tarikatlar ve cemaatler hızlı bir giriş yaptı.
Anti-komünizm, özellikle DP iktidarıyla birlikte, giderek devletin ve milliyetçi-muhafazakâr kalem erbabının “temel içgüdü”sü haline geldi, hatta bir ikbal kapısına dönüştü, iç ve dış politikanın esas motivasyon unsuru solla mücadele oldu.
Solun bir hayaletten öteye gitmediği ama komünizm paranoyasının bir milli teyakkuz hali yaratmak adına topluma pompalandığı yılların ardından 1960’lar geldi ve sol, kanlı canlı, gerçekten var olan bir güç olarak ilk kez Türkiye siyaset sahnesine çıktı.
Bir yasa misali, solun yükselişine paralel olarak dinselleşme hızlandı. İşçi ve öğrenci hareketi yükseldikçe hem düşünsel olarak hem de sokakta solun karşısına milliyetçi-muhafazakâr kadrolar çıkarıldı.
1970’lere gelindiğinde, Atatürkçülük devlet açısından bir retorikten ibaretti artık; adı konulmamış resmi ideoloji ise gençleri “sapık ideolojiler”in tuzağından kurtaracak olan Türk-İslam senteziydi.
12 Eylül’ün generalleri, Türk-İslam sentezini alıp toplumsal dönüşüm projelerinin merkezine yerleştirdiler. “Sivil” Başbakan Turgut Özal da, birtakım nüanslar dışında, darbenin ideallerine bağlılığını devam ettirdi.
***
İşte AKP, bu tarihsel zeminin üzerinde yükseldi. Yönetici sınıfın sol düşmanlığıyla sarıldığı İslamizasyon hem Cumhuriyeti çökertti hem de İslamcı kadroları iktidar yaptı. Neo-liberal yıkım politikalarıyla muhafazakârlaşmayı sentezleyen yeni bir rejim, Cumhuriyetin uzun intiharının yarattığı zemin üzerinde yükseldi.
Soma’ya bakın, o yeni rejimi göreceksiniz: İsyanı değil tevekkülü, hak talebini değil duayı, sorgulamayı değil kaderi tercih etsinler diye işçilere aşırı dozda verilen afyon. Polis üniformasının yanına eklenen imam cübbesi. Kalpsiz bir dünyanın kalbi.