T. Murat Demirbaş

T. Murat Demirbaş

PANDEMİDE BİRİNCİ PERDE!

Bir gün bu oyunun başlayacağını biliyorduk.

Doğa katliamları, aşırı tüketim, pervasız bir teknoloji kullanımı, içinde hırs biriktirmiş bir kentleşme anlayışı ve sınır tanımayan bir silahlanma yarışı…

O yüzden oyunun mutlak başlayacağını bilerek geldik salona. Fuayede beklerken aslında herkes birbirine biraz sonra başlayacak oyunun ne kadar acımasız, sert ve iddialı olduğunu anlatıyordu. Ama yine de salona girmekten kendimizi alamadık.

Oturduğumuz koltuk sıyrılamayacağımız kaderimizdi adeta. Dünya Sağlık Örgütü “Pandemi” dediğinde üçüncü zil çalmıştı.

Artık dışarı çıkamazdık, ışıklar bir kez sönmüştü: Ve perdee…

Sonrasını hepimiz biliyoruz işte!

Oyun daha yeni başladı. Neler olacak hep birlikte göreceğiz. “Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” cümlesini anlamak için öncelikle, "neydi bizi bu felaketle karşı karşıya getiren" diye sormamız gerekmiyor mu?

Tam burada doğru soruları sormazsak neyin değişeceğini de anlayamayız. Her değişim, içinde bir öncenin çürümüş değerlerini taşıdığı gibi yine kendi içinde filizlenmiş umutları da besler. Bu yüzden kirlenmiş ve kokuşmuş düzenin tüm aktörleriyle yüzleşme ve hesaplaşma ne kadar kaçınılmazsa, yüzünü geleceğe ve aydınlığa dönmüş fikirlerin ve toplumsal sözleşmelerin eşiğinde olduğumuz da o kadar açıktır.

Öyle ya oyunun hikayesinde çatışma olacak ki arkasından bu düğümün çözümü de olsun. Bunu biz tiyatrocular bulmadık, doğanın bize öğrettiği bir şey bu. Ritüel köklerimizde doğaya öykünürken baktık ki doğa hep böyle ilerliyor. Bu doğanın bir kanunu ve asla değişmez.

İşte tiyatroyu “gerçek” kabul etmeyenlerin anlamadığı yer tam da burası. Sanıyorlar ki biz tiyatrocular yalnızca uyduruyoruz. Oysa uydurduğumuzu sandığınız tiyatro, sizin yaşadığınız “gerçeğin” çok üstünde bir hakikat duygusu. Biz biliyoruz ki insanlığa böylesi acılar yaşatan bu salgın geçmişteki salgınlardan daha ağır bedeller ödetecek. Çünkü insanlık, “trajik hata”da çok ileri gitti. Bu yüzden düşüş de o denli sert olacak.

Tüm bu yaşadığımız “Pandemi” oyununda ilk kez karşılaştığımız bir şey var ki o da “sanatçı”nın durumu. Bizler, yani oyuncular, yönetmenler, sahne emekçileri, tiyatro idarecileri birkaç günlük ulusal yasların dışında tiyatroların böylesine sert ve uzun süre kapandığını hiç görmemiştik. Hatta büyüklerimizden, ustalarımızdan da duymamıştık. Övünerek 2. Dünya Savaşı’nda Almanya’da perdelerin hiç kapanmadığını anlatırdık. Üstelik sezonun tam ortasında gelen bu kapanma öyle çabuk da atlatılacağa benzemiyor. Kötümser olmamakla birlikte önümüzdeki sezonun da pek parlak geçmeyeceğini söylemek isterim.

Ödenekli tiyatrolarda maaş esaslı çalışan arkadaşlar bu durumu anlamış olacaklar ki çalışmasalar da maaşlarını alacakları için Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ve Cumhurbaşkanlığı’na minnet duygularını ifade eden videolar çekmişler. Merak etmesinler en hafif deyimle bu görgüsüzlükleri hiç unutulmayacak. Özel tiyatroda ya da maaş esasına göre çalışmayan pek çok tiyatro neferi ise şimdilerde evine nasıl ekmek götüreceğini düşünüyor kara kara. Elbette bunun için de çözümler yaratılabilir.

Bakanlığın, sorunu gerçekten kavraması ve özel tiyatroları ticari bir işletme olarak değil mal ve hizmetlerin devamı konusunda tiyatroları kamusal bir alan olarak görmesi gerek. Böylece önümüzdeki süreçte belirleyici bir siyasi yaklaşım olacağını düşündüğümüz “kamuculuğun” bu alanda da uygulanması düşünülebilir.

Yani devlet nasıl sağlık hizmetlerinde özel sağlık kuruluşlarını ayırmayıp gerektiğinde “kamulaştırma” yapabileceğini tartışıyorsa, özel tiyatroların salgın sonrasında devam edebilmesi için salon ve altyapı gibi malların kaybedilmemesi, üretimin devam etmesi ve toplumun motivasyon değerlerinin korunması bağlamında düşünülerek adım atılabilir.

Üstelik buradaki ekonomik yük diğer kamulaştırılması düşünülen alanlar düşünüldüğünde çok daha hafif kalacaktır.

Bu bir çözüm önerisi değil, zorunluluktur. Aksi davranış özel tiyatroların gözden çıkarıldığının beyanı olacaktır. Ekonomik zorluklarla ayakta durmaya çalışan özel tiyatroların bu krizi atlatması mümkün değildir. Bakanlığın, her yıl özel tiyatrolara sağlanan nakdi yardımı artırarak veya daha çok gruba bu desteği vererek sorunu çözmesi olanaksız. Yani kriz durumunda ihtiyacı olana balık vermek yerine balık tutmaya devam edebilmesini sağlamak temel olarak üretimi destekleyen bir politikadır. Burada bahsi geçen “kamulaştırma” önerisi özel tiyatrolarda üretimin devam edebilmesi için yalnızca amortisman giderlerinin(kira, elektrik, su vb.) karşılanması ile ilgilidir. Yoksa devletin özel tiyatroyu satın alması değildir.

Önümüzdeki siyasi ve ekonomik süreçte baskın bir şekilde kendini hissettireceği artık anlaşılan "özel" -kamu işbirliği modeli bir an önce sanat işkolunda da uygulanmalıdır. Bunun ayrıntıları işletmeci sanatçılarla müzakere edilerek bulunacaktır. Yeter ki devlet özel tiyatrolardan asla vazgeçmeyeceği kararlılığını göstersin. Böylece Kültür ve "Turizm" Bakanlığı’mızın aynı zamanda "Kültür" Bakanlığımız olduğunu da göstermiş olsun.

Yoksa ne olur? Hepimiz bu oyunun sonunu biliyoruz. İzlediğimiz “Pandemi” oyunundan büyük bir katharsis yaşamış olarak çıkar ve “neydi o günler be?” diye anılarımızı birbirimize anlatmakla yetiniriz. Belki başka iş aramaya yöneliriz. İzlediğimiz oyundan ders alıp bir çözümle çıkamamış oluruz. PERDE KAPANIR… Seyirciler evlerine döner ve …

Not: Bu yazı 16 Nisan tarihinde Tiyatro Gazetesi’nin “Çağına Tanıklık Eden Sanatçılar” başlıklı Mayıs sayısı için hazırlanmıştır.

Önceki ve Sonraki Yazılar