Ömer Adıgüzel

Ömer Adıgüzel

Salıncak

İngiltere, yağmuru, yeşillikleri ve geniş parklarıyla biliniyor. Benim içinse bir de salıncaklarıyla… Oğlumu yakındaki bir çocuk parkına götürüp salıncakta sallarken henüz konuşamayan oğlum yanındaki boş salıncağı gösterip benim de sallanmamı istemişti. Salıncakta oğlumu sallarken çok uzun bir zamandır salıncağa binmediğimi hatırladım. Parkta kimse yoktu. Sallanmaya başlamıştım ben de.

Meğer ne güzel bir duyguymuş. Bir ileri, bir geri gidiyorsun. Geri giderken geçmişte bıraktıklarına hızlı bir dönüş yaparken, ileri gidişlerinde gelecek zaman hemen önünde ve hızla belirliyor. Salıncakların şimdiki zamanları yok, bugünleri ise hep eksik. Salıncakta sallanırken ya geçmiş ya da gelecekte oluyorsun. Belirsizlikler ve bocalamalar bugünü olmayan salıncaklarda daha çok ortaya çıkıyor sanki.

Deneyimli geçmişler mekân uzaklıklarında seni alıp ömrünün büyük bir kısmına tanık olmuş onlarca insanın yanına götürüyor. Her birinin yüzünü, suretini tekrar tekrar görüyorsun. Görmek ve hatırlamak istediklerini daha fazla belleğinde tutuyorsun. Salıncak eş zamanlı olarak seni hem ileri hem de geriye götürüyor. Artık yüzünü bile görmeye sabrının kalmadığı, ihanet etmiş yüzleri ise hatırlamaya değer bulmuyorsun. Ömrünün ve deneyiminin birçoğunu bunlarla paylaşmak boşa kaybedilmiş bir zamanmış diyorsun. Onları kendi zamanlarında ve mekânlarında bir daha hiç hatırlamamak üzere bırakıyorsun.

Geçmiş, tüm ayrıntıları ile özellikle mekân uzaklıklarında hep yanında oluyor. Ne kadar uzaklaşırsan uzaklaş herkes ve tüm yaşantılar seninle birlikte geliyor. Konstantinos Kavafis’in Şehir şiiri de bunu söylemiyor mu zaten?

“…Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.

Bu şehir arkandan gelecektir.

Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın, aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına.

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.

Başka bir şey umma…” (Çev. C. Çapan).

Başka bir şey ummadan bu uzak ülkenin uzak şehrinde geçmiş hep yanı başındayken salıncakta olduğunu hatırlamakta yarar var. İleri doğru giderken ellerin ip ya da zincirleri sıkı sıkı tutmalı. Ayaklarını dik ve öne doğru uzatmalısın. Başını biraz geri yaslamalısın ki geleceğin kapılarını aralayabilesin.

Salıncaklar geçmiş ve gelecek ikilemlerini çok yoğun yaşatıyor. Oğlum elbette sallanırken bunun farkında değil. O sadece gülüyor ve gözlerini kapatıp açıyor, sanıyorum biraz başı dönüyor ve bundan hoşlanıyor. Yaşam telaşı kaygıyı arttırdıkça salıncaklar sarhoş da edebiliyor insanı. Salıncakların sarhoşluğunu betimlemek de zor. Geriye doğru sallanıyorken ayık olduğun hal, öne doğru giderken seni sersemletebiliyor. Nerede ne zaman ayık ya da çakır keyifsin çok da belli olmuyor. Ama şunu da biliyorsun ki ömrünün uzağından gelen insanlar davetsiz misafirlerin olarak “dönüp dolaşıp” senin yanına geliyorlar.

Doğduğum ve büyüdüğüm semtin üst tarafında eski bir çocuk bahçesi vardı. Bahçede iki de salıncak. O dönemin belediye başkanı, parkı ikinci kez düzenletmiş ve güzelleştirmişti. Açılışı gelip kendi yapmıştı. Mahalleli kadınlar gözleme yapmışlardı. O da büyük bir iştahla yemişti. Uzun uzun belediye başkanını izlemiştim.

Belediye başkanının yaptığı bu yeni düzenlemede de salıncakların sayısı artmamıştı. Etraftaki diğer mahallelerden gelen her çocuk salıncakta sallanmak istiyordu. O mahallenin çocukları hem benden büyüktüler hem de sayıca fazlaydılar. Onların arasında salıncağa binmek imkânsızdı. Salıncak benim yaşımdaki çocuklar için o zamanlar ulaşılabilecek en büyük ütopyaydı. Akşamüzeri herkesin evine çekildiği bir zamanda rahatça sallanabilmek adına salıncakların yanına koşa koşa gitmiştim. Parkın bekçisi “Yarın sabah gel oğlum kaldırıyorum.” demişti. “Bize hiç sıra gelmiyor ki bekçi amca. Hep aynı çocuklar sallanıyor.” diye sitem etmiştim. “Yarın gel seni ben salıncağa bindireceğim.“ demişti.

Ertesi gün heyecanla gittiğimde bekçinin tüm çocukları sıraya soktuğunu ve her çocuğun eşit sürede salıncağa binmesini sağladığını görmüştüm. Onun sayesinde ben de nihayet o mahalledeki o ulaşılmaz sandığım salıncakta sallanabilmiştim. Betimlemesi zor bir duyguydu bu. Göklerde uçuyor gibiydim ve tadımlık da olsa salıncakta olmaktan mutluydum.

Çok güçlü ve her an saldıracakmış gibi duran büyük çocuklar salıncağın gerçek sahipleriymiş gibi orda bekliyorlardı. Sıraya girme işinden hiç memnun değildiler. Çocuk bahçesinin en cazip oyun alanı salıncaklardı. Yanında bir büyüğün olmadan salıncağa binmen olanaksızdı. Gösterebildiğin güç, salıncakta sallanmak için yeterli olmuyor, zayıf kalıyordu. Yanında bir büyük insan ve onun gücü olmadan yukarı mahalledeki salıncağa binmek neden olanaksız hale geliyordu?

Yıllar sonra yeğenimi başka bir çocuk parkına götürdüğümde onu salıncağa bindirip sallarken ben de diğerinde sallanmaya yeltenmiştim. O parkın bekçisi “Sen veli misin çocuk mu?” diye kızmış “Çocuğu salla!” demişti. Aslında ben de o yaşlarda çocuk sayılırdım ve içimde bitmek bilmeyen salıncak tutkusu vardı. O fırsatı da kullanamamıştım. Ben sallanmayınca yeğenim de sallanmak istememişti. O yaşında beni anlamış gibi “Seni ben sallayayım.” demişti. “Haydi, gidelim.” demiştim “Gidelim buralardan.”

Eğer bir gün bir yerlerde çocuk parkları yapabilme olanağına kavuşursam çok sayıda salıncak yapılmasını sağlayacaktım. Her yaşa ve herkese dönük olacaktı bu salıncaklar. Çocuk, genç, yetişkin herkes istediği zaman istediği kadar salıncakta sallanabilecekti. Hiçbir çocuğun içinde salıncağa binememe eksikliği olmayacaktı.

Geçmişteki eksikliğine inat hâlâ salıncakta sallanmaya devam ediyordum. Fazla sallanınca başımı döndürüyordu biraz. Oğlumun kahkahaları ile bugünde olduğumu hatırladım yeniden. Meğer salıncakların “bugünü” sallanmayı bırakınca başlıyormuş.


 

Önceki ve Sonraki Yazılar