Bu nasıl kahramanlıktı?

Bu nasıl kahramanlıktı?

TSK’nın Barış Pınarı Harekâtı yarım kalsa da, önemli ve önleyici tedbirler açısından başarılı olmuştu. Çünkü bu kritik süreçte mutlaka o bölgede bulunmamız gerekiyordu.

Avrupa basını, Türkiye ve ABD arasında Suriye'nin kuzeydoğusu için varılan anlaşmaya ilişkin, “Ankara'nın istediklerini aldığını, terör örgütü YPG'nin iç savaşın kaosu sırasında oluşturduğu Rojava'nın artık olmadığını” yazmışlardı. Oysa PKK-YPG militanlarının Rakka ve Deyrizor yöresindeki petrol kuyularını koruma ve İran'ın karayolunu tıkama amacıyla ve tabi o bölgede özerk Kürdistan'ı yapılandırma hesaplarıyla geri çekildikleri gizlenmeye çalışılmaktaydı. Çünkü ABD Savunma Bakanlığı, Suriye’den çekilen ABD askerlerinin teröre karşı mücadeleye devam etmek için Irak’a gönderileceğini duyurmuşlardı.

ABD Savunma Bakanı Mark Esper’in, Suriye’nin kuzeyinde bulunan ABD askerlerinin Irak’a gideceğini belirterek, “Irak’ı savunmak ve terör örgütü DEAŞ ile mücadeleyi sürdürmek için yaklaşık bin asker Irak’ta görev yapacak” sözleri, Rakka ve Deyrizor bölgesindeki PYD Kürdistanı’nı kurma çabalarını gizleme kılıfıydı.  ABD askerlerinin Suriye’nin kuzeyinden çekilmeye devam ettiğini kaydeden Esper, çekilmenin birkaç gün değil birkaç hafta süreceğini ifade ederek, “Şu anki plan, askerlerimizin Irak’ın batısına ve Suriye sınırına yerleştirilmesidir” şeklinde konuşmuşlardı. ABD Başkanı Donald Trump’ın, daha önce Suriye’deki ABD askerlerini çekme kararı alması tam bir tuzaktı.

İsrail’in hem iç (Shin Bet), hem de dış (MOSSAD) istihbarat örgütlerinde çalışmış gazeteci kökenli ajanların kurdukları DEBKAfile adlı haber sitesinde ilginç bilgiler yer almıştı. Wikipedia da bu sitenin doğrudan İsrail askeri istihbaratıyla irtibatlı olduğunu yazmıştı. DEBKAfile 9 Ekim günü okurlarına Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahalesini ‘özel haber ve analiz’ başlığıyla şöyle aktarmıştı:

“Askeri kaynaklarımız, Tayyip Erdoğan’ın, 7 Ekim Cumartesi günü Donald Trump’la yaptıkları telefon konuşmasında: (TSK’nın) oluşmasını kararlaştırdıkları Güvenlik Bölgesi sınırlarını aşacağına ihtimal vermiyorlardı. Trump o konuşmadan sonra, Türklerin planı önünde engel kalmasın diye, Suriye’nin kuzeyindeki gözetleme noktalarında görev yapan 100 kadar askerini çekeceğini açıklamıştı. Trump’ın bu kararı hem kendi ülkesinde hem de dışarıda sert eleştirilere maruz kalmıştı. Trump, Erdoğan’ı Kürtlere saldırıldığı takdirde Türk ekonomisini bitireceği konusunda da uyarmıştı.”

Üstelik çatışmasızlığı sağlayan ABD-Türkiye mutabakatı sonrasında oluşan bölgenin haritasıyla, Debka’nın 9 Ekim tarihli haberinde sunduğu harita birebir aynıydı![1]

ABD’deki Halkbank davasında sanık koltuğuna Erdoğan’ı oturtma şantajları neyi amaçlıyordu?

Hayret bu anlaşmadan iki gün önce ABD’de Halkbank hakkında ‘dolandırıcılık’, ‘İran’a yönelik yaptırımların delinmesi’ ve ‘kara para aklama’ suçlamalarıyla yeni bir iddianame hazırlanmıştı. İddianamede “Halkbank’ın üst yönetimi yüksek düzeyli Türk hükümeti yetkilileri tarafından desteklendi ve korundu” ifadeleri yer almıştı. ABD'deki Halkbank davasında “sanık koltuğuna Erdoğan'ın oturtulmaya çalışılacağını” savunanlar vardı.

“Böylece Halkbank davasının 'ikinci bölümü' başlamıştı. Halkbank davasında çok büyük tuhaflıklar vardı. Savcılar bir noktaya kadar geliyor, sonra her nedense devam etmiyorlardı. 'Sanki bir şeyleri bir başka duruma ekliyorlardı. Bir başka duruma saklıyorlardı.  İlk davada Rıza Sarraf tanık olmuş Hakan Atilla yargılanmış 32 ay ceza almıştı. Şimdi bu davada Halkbank yargılanacaktı. Rıza Sarraf tanık olacaktı. Çünkü Sarraf şu an elini kolunu sallayarak ABD'de geziyorsa, oranın Bodrum'u diyeceğimiz Hamptons'ta ev tutup rahatça hayatını sürdürüyorsa işte bugünü bekledikleri için bu fırsatlar ona sağlanmıştı. Bu davanın sanık koltuğuna da bence Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı oturtacaklardı. Çünkü bir önceki davada pek çok ilişkiyi mahkemeye aktarmışlar, ama daha çarpıcı bir kısmını gündeme taşımamışlardı. Oysa ellerinde öyle iddialar vardı ki nedense bunları Rıza Sarraf'a sormamışlardı ve üzerinde durmamışlardı!?” diyenlerin bir bildikleri varsa, Devletin bunlardan habersiz olması imkansızdı. ABD’nin Erdoğan’a şantajlarının ve Trump’un ahlaksız mektup ve mesajlarının altında bu şahsi malvarlığı edinme iddiaları mı yatmaktaydı? Ağız uçuklatan boyuttaki bu ithamları Sn. Erdoğan’a ve ülkemize karşı bir şantaj unsuru olarak kullanan odakların elinde belgeler mi vardı?

Bütün bu ağır itham ve iddialara rağmen Sn. Erdoğan’ın kendilerine küstahça mektup yazan Trump’la telefon görüşmesini nasıl okumak lazımdı. Bu tavırlar hangi milli haysiyet ve hassasiyetle bağdaşırdı? Sn. Erdoğan, "ABD Başkanı Sayın Trump ile gerçekleştirdiğimiz telefon görüşmesinde ikili meselelerin yanı sıra Fırat'ın doğusunda kurulması planlanan güvenli bölge hakkında fikir alışverişinde bulunduk.” şeklinde bir açıklama yapmıştı. ABD Başkanı Trump ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’la telefonla görüştüğünü belirterek, “Türkiye ile çok iyi iş çıkarıyoruz” ifadelerini kullanmıştı. Acaba Trump alçağını bu denli sevindiren hangi girişim ve gelişmeler olmaktaydı?

Trump'ın temsilcileri sarayda ağırlanırken, ABD'li senatörlerin yaptırım tasarısını açıklaması ne anlama geliyordu?

Tam da bu saatlerde ABD'li Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham, Türkiye’ye yaptırımlar içeren bir yasa tasarısını Kongre’ye sunacağını açıklamıştı. Graham, “bu tasarının; en üst düzey Türk yetkililere yönelik yaptırımları konu alacağını, vize erişimini kısıtlayacağını ve Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan'ın ve yakınlarının kişisel mal varlığının incelenip rapor hazırlanmasını içereceğini” vurgulamıştı. (Reuters)

Peki Bütün bunlar, ABD tekliflerinin kabulü için birer şantaj ve tehdit mesajı mı oluyordu? Hani, dik duruşlu kahramanlık masalları nerede kalıyordu? sorularının yanıtlarını bulmak ise, artık yüksek maaşlı danışmanlara ve yandaş yazar ve yorumculara düşüyordu. Bunca hakaret üzerine, ABD yönetimiyle tüm diplomatik ilişkilerin askıya alınması ve ABD büyükelçisinin ve anlaşma için gelen heyetin bu mektup müsveddesi ile birlikte derhal geri yollanması gerekiyordu. Haydi Sn. Erdoğan, Trump'a, hak ettiği ve özür diletici bir yanıtı veremiyordu… Ama hiç değilse Trump'ın Türkiye'ye gelen Yardımcısını ve Dışişleri Bakanını ters yüz geri göndermesi bekleniyordu. Yahu en azından, bari bunları kendi muhataplarıyla, yani bizim Başkan Yardımcımız ve Dışişleri Bakanı’mızla görüştürülmesi gerekiyordu... Şimdi bütün bu hakaretlere rağmen, bu ABD heyetini kalkıp Sarayda bizzat kendisinin ağırlaması, muhatap alması ve tekliflerini kabul buyurması(!); Allah Peygamber aşkına söyleyin, hangi tutarlılık, hangi duyarlılık ve hangi kahramanlıkla bağdaşıyordu? Bu aciz bu ezik tavırlar, ülkemizin, milletimizin ve devletimizin düştüğü bu durumlar, vicdanımızı sızlatıyor ve bizleri kahrediyordu!

Rusya ve Amerika arasında bocalayacağımıza, doğrudan Esad'la niye görüşüp ortak çabalarla olumlu sonuçlara gidilmiyordu?

Evet, Esad'ın Zalim bir diktatör ve eli kanlı bir katil olduğunu herkes biliyordu. Ama unutmayalım ki kendisi hâlâ burnumuzun dibindeki terör bataklığının da bulunduğu Suriye'nin Başkanı oluyordu. Karanlık yapılanması ve bağlantıları bilinen BAAS Rejimi’nin resmi ve zahiri temsilcisi konumunu taşıyordu. Onun mezhebini ve meşrebini tartışacak vaktimiz yoktu. Kaldı ki Esad'ın, Alevi değil, Nusayri olduğu bile unutuluyordu. Nusayrilik ve Alevilik birbiriyle alakası dahi olmayan bambaşka iki farklı inanç biçimi oluyordu. Esad'a ikide bir “Alevi” diye sataşarak ülkemizdeki Alevi-Bektaşi kardeşlerimiz de açıkça ve haksızca rencide ediliyordu. Oysa Aleviler, hem İslamiyet'in hem de Aziz milletimizin doğal ve değerli mensupları bulunuyordu.

 İslam’da, elbette gerekli ve mübarek olan ibadetlerin, merasim ve menasiklerinin özünde saklı mana ve mesajlara yoğunlaşan, Yüce dinimizin aslını, ahlâkını ve vicdani duyarlılık ve olgunluğunu yakalayıp yaşamayı öne çıkaran… Ve tabi ki imani esasların tamamına yürekten inanan ve bağlanan samimi Alevi kardeşlerimizi, din düşmanlarının ve Haçlı gavurların doğal yandaşları gibi gören ve gösteren gafiller ve hainler, hem yalan söylüyordu, hem de milli birlik ve dirliğimizi bozmaya çalışıyordu.

Gerçeklerine hasret çekildiği veya değerlerinin fark edilemediği dönemlerde, sahte kahramanlar reklâm edilip öne çıkarılıyordu. Gerçek kahramanlar; vatanımızı ve bağımsızlığımızı hedef alan düşmanlarımızı çok iyi tanıyor, bunları tesir ve tehlike sırasına koyup, piyonlarına değil asıl patronlarına savaş açıyordu. İşte Erbakan böyle davranıyordu.  O, İslam dünyasının ve insanlığın baş belası Siyonist-Emperyalist odakların fikir ve eylem babalarını hedef alıyor, ülkemizdeki ve bölgemizdeki 5’inci sınıf işbirlikçi figüranlarıyla fazla uğraşmıyordu. Çünkü enerjisini ve cesaretini gereksiz ve neticesiz kof çekişmelerle tüketmenin yanlışlığını biliyordu. O, Siyonist yılanın kuyruğunu değil, başını etkisiz kılmaya çalışıyordu. O, sorunları ve sorumluluklarını önem ve öncelik sırasına göre ele alıyordu.

Erbakan, o yıllarda gittiği Amerika'daki bir Konferansında ve ABD'li yüksek bürokrat ve komutanların da bulunduğu bir ortamda, hepsinin yüzüne karşı, ABD derin Devleti olan Yahudi Lobilerinin ve Siyonist emperyalizmin şeytani projelerini anlatıyor ve “Ey terbiye edilmemiş aygır!.. Ey çevresine tekme savurup duran azgın katır!” sözleriyle şeytanları sarsıyor ve onların kiralık şarlatanlarını şaşkınlığa uğratıyordu. Erbakan, Rahmetli Ecevit’le koalisyon ortaklığı döneminde o malum ve meşhur Kıbrıs Zaferini de Devletimiz bu kararlılık ve kahramanlıkla kazanıyordu.

Hatta koalisyon ortağının erteleme ve engelleme gayretlerine ve muhalefetin köstekleme girişimlerine rağmen… Amerika, Avrupa ve NATO'nun aleyhimize tavır alıp ambargo restlerine rağmen, Başbakan Yardımcısı Erbakan'ın özel dirayet ve cesaretiyle başlatılan ve kahraman ordumuzun kararlılığıyla başarılan Kıbrıs Harekatı'mızda, bize sadece Libya lideri Kaddafi yardım ediyordu... Ama türedi kahramanlar, daha önce “Ne işi var NATO'nun ve Avrupa'nın Libya'da?” demesine rağmen, birkaç gün sonra, İzmir'i saldırı üssü yaparak, Haçlı gavurlarla birlikte Libya'ya saldırıp baştan sona yakıp yıkıyor ve on binlerce masum Müslüman katlediliyordu.

İşte hakiki kahramanlarla, şimdiki kahramanların farkı da böylece ortaya çıkıyordu.

Sonuç olarak:

Değer yargılarının ters yüz olup yer değiştirmeye başladığı… Şarlatanlığın kahramanlık sanıldığı… Şahsi hesapların ve parti taraftarlığını ülke çıkarlarının hatta bağımsızlığın üstünde sayıldığı bir süreç yaşanmaktaydı. Aklın ve vicdanın yerine ideolojik saplantıların öne çıkarıldığı… Kendi şahsi heves ve hesapları için toplumun felaketlere sürüklenmesinin kolaylıkla göze alındığı tavırlara şahit olunmaktaydı. Kişilerin putlaştırıldığı, fikirlerin tabulaştırıldığı, sistemlerin kutsallaştırıldığı, beynin ve bilincin körlenip kabuk bağladığı böylesi dönemlerde; toplumların akıl ve vicdanlarının yerine, his ve heyecanlarının peşine takılmaları ve kuru kalabalık psikolojisiyle güdümlü sürüler halini almaları tehlikesi vardı. Sadece kendilerinin haklı, başkalarının sapık… Kendilerinin mü’min başkalarının münafık… Kendilerinin aydın başkalarının karanlık kafalı olduğu saplantılarının ve önyargılarının esiri olan hizipler, başkalarını da huzur ve hürriyete(!) kavuşturmak için gerekirse onlara hakaretten, sövmekten ve dövmekten, hatta öldürmekten sakınmayan bir vahşet girdabına yuvarlanmaktadır. Ortak değerler ve dengeler etrafında buluşma, farklılıklarımıza ve aykırılıklarımıza rağmen birlikte barış ve bölüşme duygusuyla yaşama yerine; kendi doğrularımızı dayatma, kendi kanaat ve duygularımızı dogmalaştırma uğruna başkalarının hayatlarını karartma kararlılığı, insanın şeytanlaşmasıdır.

 Bu durumlar, Hak dinlerin yozlaştırılması veya Batıl ideoloji mensuplarının barbarlaşması sonucu oluşmaktadır. Yoksa İslam'ın da Hristiyanlığın da, Museviliğin de aslı haktır, hayırdır, barıştır, paylaşmadır. Müslümanların en büyük şansları, yeniden Dinin aslında dönmek üzere, Kur’an-ı Kerim gibi bozulmamış bir hakikat kaynakları bulunmasıdır. Zaten İslam: Allah tarafından; olgun, olumlu, sorumlu ve şuurlu insan hazırlama amaçlıdır ve bir eğitme, deneme ve eleme (imtihan) programıdır. Asla savaş ve saldırı amacı taşımamaktadır. Aslında Atatürk'ün: “Şu veya bu sebepler için milletleri mutlaka savaşa sürüklemek taraftarı değilim. Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Hakiki düşüncem şudur: Ulusu savaşa götürünce bir vicdan azabı duymamalıyım. ‘Öldüreceğiz’ diyenlere karşı ‘ölmeyeceğiz’ diye savaşa girebiliriz. Ancak milletin hayatı ve ülkenin bekası tehlikeye girmedikçe savaş bir cinayettir.” (1923 Adana konuşmasından) sözleri de meşru müdafaa ve Milli savunma mecburiyetini şart koşmaktadır.

İşte böylesi süreçlerde, bir mum misali kandilleri yanıp tükense de karanlıkları yarıp toplumu aydınlatacak, o ışıklı ortamda herkesin hakikat aynasında kendi özünü ve kararmış yüzünü görmesini ve dirilmesini sağlayacak bilge insanlara ihtiyacı vardır. Bu sayede, “Gaddar, Deccal, Diktatör, Yobaz, Sahtekâr…” sanılan veya öyle tanıtılan nice şahsiyetlerin gerçek faziletleri ve yüksek özellikleri de ortaya çıkacaktır. Bana böyle düşünmeyi, gerçek huzuru, tüm insanlara iyilik bir hizmette bulmam gerektiğini öğreten, Rahmetli Erbakan Hocamı saygı ve şükranla anmaktayım.

AHMET AKGÜL

Araştırmacı & Yazar

Siyaset Bilimci

 

[1] https://t24.com.tr/haber/fehmi-koru-israilli-kaynak-suriye-mudahalesinin-sonucunu-bildi