Rıza Aydın yazdı: 'Atatürk’ün 1919’da Hacıbektaş’a gelişi'

Rıza Aydın yazdı: 'Atatürk’ün 1919’da Hacıbektaş’a gelişi'

Anadolu işgal edilip, Mondros Mütarekesi ile Osmanlı ordusu terhis edilince, Anadolu’da bir iktidar boşluğu oluşuyor. Bir iktidar boşluğu oluşuyor ama, bu iktidar boşluğunda hayat devam ediyor...

Şehirlerde değirmenlerin dönüp, fırınlara un yetiştirilmesi, bozulan su şebekeleri ile kanalizasyonların onarılması, asayişin sağlanıp halkın mal güvenliği ile can güvenliğinin sağlanması yakıcı bir ihtiyaç olarak kendi kendini hissettiriyordu.

İşte, devlet otoritesindeki bu boşluğu doldurmak için kongreler toplandı. ‘Kongreler’ alternatif devlet organlarıydı, bu anlamda kongreler, tıpkı Rusya’daki Sovyetlere (Şuralara) benziyordu. Anadolu’daki ulusal kurtuluş savaşının asıl dinamiği budur; bu anlaşılmadan ulusal kurtuluş savaşı anlaşılamaz. Kongre iktidarları hakkında,  Bülent Tanör’ün “Türkiye’de Kongre İktidarları” adlı kitabının okunmasını öneririm.

Kongreleri dağıtmakla görevli olarak Anadolu’ya gönderilen Mustafa Kemal, Anadolu’ya gelince, İstanbul’daki işbirlikçi yönetimin kendine verdiği görevi yapmak yerine, Kongrelere katılmaya başlıyor.  Mustafa Kemal, Samsun’dan Anadolu’ya çıktıktan sonra Erzurum Kongresi ile Sivas Kongresine katılıyor.

4 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi “Heyet-i Temsiliye” diye bir komite oluşturup, bunun başkanlığına da Mustafa Kemal’i getiriyor. Heyeti Temsiliye o tarihte, Anadolu’da oluşan yeni iktidarın somutlaşmış hali olarak Meclisin görevleri ile alternatif hükümetin görevlerini yerine getiriyor; bu açıdan hem Heyeti Temsiliye’nin, hem de başkanın tarihsel rolü çok önemli.

Bu Heyeti Temsiliye, Sivas Kongresi’nden sonra, 22 Aralık 1919’da Hacı Bektaş’a gelip, Çelebi Cemalettin Efendi’nin evinde konuk olup, Çelebi Cemalettin Efendi ile Mustafa Kemal önce yemekte sonra da baş başa görüşüyorlar.

Atatürk devlet geleneği içinde yetişmiş, bunu iyi bilen bir devlet adamı olarak, toplumsal hafızayı unutmamak için Mazhar Müfit Kansu’ya, “bir defter al bütün görüşmeleri günü gününe yaz” diyor. “Erzurum’dan Ölümüne kadar Atatürk’le beraber” adlı kitapta Mustafa Kemal’in 22 Aralık’ta Hacıbektaş’a nasıl geldiği, geldiğinde kimlerle neler görüştüğünü açık açık yazıyor.

Bir hanedanlıkta ya da padişahlıkta en tehlikeli söz, hiç kuşkusuz cumhuriyet sözüdür.   Bir hanedanlıkta ya da krallıkta cumhuriyet istemek, eski düzeni bir devrimle yıkıp, egemenliğin gökyüzünden alınıp, kayıtsız şartsız halka verilmesi demektir; bundan dolayı da 1919’da en tehlikeli söz cumhuriyet sözüydü, cumhuriyeti istemekti.

Mazhar Müfit Kansu’nun “Erzurum’dan Ölümüne kadar Atatürk’le Beraber” adlı belgesel niteliğindeki kitabını okuyun, Erzurum’dan başlanan yolculukta Cumhuriyet talebi ilk defa nerede, ne zaman kim tarafından dile getiriliyor?  Görün.

22 Aralık akşamı Mustafa Kemal başkanlığındaki Milleti Temsiliye Heyeti,  Çelebi Cemalettin Efendi’nin konağında konuk oluyorlar. Mazhar Müfit Kansu bu anları, konuşulanları, izlenimlerini günü gününe not etmiş, bunları oradan okumak gerekir deyip biz anlatımımızı sürdürelim.

Akşam yemekte Mustafa Kemal, Çelebi Cemalettin Efendiye sebebi ziyaretlerini anlatıp, ülkeyi bu işgalden kurtarmak için çıktıkları bu yolda Çelebi Cemalettin Efendiden de desteklerini istemek için buraya geldiklerini söylüyor. Hatırlatmaya gerek var mı bilmem, Çelebi Cemalettin Efendi 1916’da oluşturduğu “Gönüllü Bektaşi Alayıyla”, Erzurum’da Rus işgalcilerine karşı savaştığı için, o tarihte çok önemli bir misyon sahibi.

Çelebi Cemalettin Efendi cevabı konuşmasında, bu konuda başarılı olacaklarına inandığını, başarılı olmaları halinde cumhuriyet kurmayı düşünüp düşünmediğini soruyor.  Mazhar Müfit Kansu, Mustafa Kemal bu mühim konu hakkında müspet ya da menfi bir cevap vermeden ustalıkla sözü döndürdü, diyor. Atatürk orada açık, aleni olarak evet cumhuriyeti kuracağız diyemezdi; o gün bunu ilan etse belki de yanında yakınında olan padişah yanlısı biri Mustafa Kemal’i vurup, öldürebilirdi. Hayır cumhuriyeti kurmayacağız dese de Çelebi Cemalettin Efendinin desteğini alamayabilirdi. Bunun için Mustafa Kemal “bu mühim suale menfi ya da müspet bir cevap vermeden konuyu geçiştirdi.”

Ancak Cemalettin Çelebi’de feleğin çemberinden geçmiş, tecrübeli bir kişi olarak durumu anlayıp, “paşa hazretleri akşam baş başa görüşmemiz gerekiyor” dedi. Akşam olup, herkes odasına çekileceği zaman Mustafa Kemal Paşa ile Cemalettin Çelebi baş başa görüştüler. Bu görüşmede Cemalettin Çelebi, Mustafa Kemal Paşa’ya amaçlarına ulaşmaları halince cumhuriyeti kurmayı düşünüp düşünmediğini tekrar sordu. Bu görüşmede Mustafa Kemal, Cemalettin Çelebi’nin elini ellerinin içine alıp, cumhuriyeti ilan edeceğimiz zamana kadar bu aramızda sır kalması kaydıyla sana söylüyorum ki, başarıya ulaşıp, vatanı düşmandan temizledikten sonra cumhuriyeti kurup, bunu da ilan edeceğiz” dedi.

Çelebi Cemalettin Efendi,  cumhuriyetin ilan edildiğini göremeden bir yıl önce, bu günkü takvime göre 1922 yılının, Ocak ayında ölüyor. Ölmeden önce, hastanede yattığı odaya kardeşi Veliyettin Çelebi’yi çağırarak, gelecek kuşaklara anlatması için Mustafa Kemal’le o gece baş başa görüşmelerinde bunları konuştuklarını anlatıyor. Veliyettin Çelebi’nin bu konuda anlattıkları bir belge olarak Başken Üniversitesinin yayımladığı “Yeni Dünya” Dergisi’nde çıkmıştı.

Burada ben bu güne kadar hiç yazılmayan bir bilgiyi de aktarmak istiyorum. Anneannemizin dedesi büyük Acırlıoğlundan duyup, bize aktardığına göre: Mustafa Kemal o görüşmede Çelebi Cemalettin Efendiye, “Çelebi hazretleri gerekirse yine asker toplayıp, yine bir ordu kurabilir misin?” diye soruyor.

Cemalettin Çelebi de, “Allah o günleri bir daha bizlere göstermesin” diyor; kurarım ya da kuramam diye bir cevap vermiyor. Şimdi burada üzerinde düşünülmesini istediğim konu şu: Mustafa Kemal 22 Aralık 1919’da Cemalettin Çelebi’nin hanesinde yemek yerken, cumhuriyeti kurmayı düşünüyor musunuz sorusuna niye net bir cevap vermeyip sözü dolandırarak durumu idare etti?

Mustafa Kemal, günümüzde “free” takılan sorumsuz aydınlardan değildi. Mustafa Kemal üstüne aldığı toplumsal görevin sorumluluğu ile davranıyordu. Buna Gramsci, “Aydınlar ve Toplum” üzerine yazılarında “organik aydın” diyor. Gramsci’nin, “organik aydın” kavramı ile kendi başına takılmak yerine, bir sınıfa, bir gruba ya da harekete bağlı, bağlı olduğu sınıfın ya da hareketin önündeki sorunları açmak için düşünce üretip, yazı yazan aydınları kastediyor.

Günümüzde Alevilik üzerine yazı yazan kişilerin çoğunun Alevi hareketi ile ne organik nede manevi bir bağı yok; bu yüzdende söyledikleri sözün sorumluluğunu hissetmeden, bunun Alevi kitlesine ne etkisi olacağını düşünmeden yazıyorlar, bu arkadaşlar belirli bir zaman sonrada her hangi bir özeleştiri yapmadan tersini yapabiliyorlar.

İtalyanca’dan Gramsci’nin “organik aydın” diye çevrilen sözü, başka nasıl ifade edilebilir, bilmiyorum. Bana “organik aydın” sözü kafamdaki manayı tam olarak vermiyor. Bu olgu başka nasıl ifade edilir diye düşünüyorum. Acaba diyorum, “Organik Aydın” yerine “Aydın Sorumluluğu” ya da “Sorumlu Aydın’mı” desek diye düşünüyorum.

Böyle bir çeviri sorunu ile sıkıntıyı Machiavelli’nin “Prens” kitabını okurken de yaşamıştım. İtalyanca aslından yapılan bir çeviride “bazı hükümdarlar eski kanlıdır” diyordu. “Eski kanlı” ne demek diye uzun uzun düşündüm. Sonra başka bir yayın evinden çıkan “Prens” çevirisini alıp okudum; bu çeviride “eski kanlı” yerine “bazı hükümdarlar soyludur” diyordu. Bu “organik aydın” sözünü de böyle farklı bir ifadesi olabileceğini düşünüyorum.

Mustafa Kemal’in bu sorumlu davranışının bir örneğini de Lenin’in “Nisan Tezleri” kitabında görmüştüm. Lenin, 1917’den önce, Paris Komünü’nün ‘Proletarya Diktatörlüğü’ olduğunu söylüyordu. Aynı Lenin, 1917 Nisan’ında tezlerini sunarken, alternatif olan Sovyet iktidarını anlatırken, “Sovyet, Paris Komünüi tipinde bir devlettir” diyordu. Çünkü o sürece kadar, Bolşevikler, demokratik devrimden sonra, bir burjuva yönetimi kurulacağını, asla proletarya demokrasi kurulmayacağını söylüyorlardı.

Ama yine Lenin’in tabiriyle söylersek, “teori griydi hayatsa sonsuza kadar yeşil”. Eskiden Bolşeviklerin dediklerinin aksine, demokratik devrimden sonra Sovyetler ortaya çıkmıştı. Sovyet özün de proletarya devletinin organlarıydı. Lenin’in, “Bütün iktidarın Sovyet’e” talebi gerçekleşirse, bu proletarya devleti olacaktı. Kendilerine “Eski Bolşevikler” diyen kesim buna karşı çıkıyordu. Lenin, “Nisan Tezleri” kitabında, tezlerini anlatıp, tezlerini sunarken Sovyet için proletarya hakimiyetidir yerine, Sovyet Paris komünü tipinde bir devlettir, diyordu. Mahir Çayan, “teoride sınıf mücadelesi kelimeler üzerinden yürür” der. Bunun için toplumsal mücadele içinde, kendisinin bir sınıfla organik bağı olan aydınlar yazarken, konuşurken, bir düşünceyi anlatırken daha bir sorumlu davranırlar. Bu konuyu önemle düşünmeliyiz.

Aşk İle

Rıza Aydın