Dr. Aybars Akoğlu

Dr. Aybars Akoğlu

BİR PAZAR HİKAYESİ

Caddenin iki yanına betondan bir kale gibi dizilmiş apartmanlar arasından adeta bir başkaldırının sembolüydü o ağaç. Girişi alçak bir apartmanın bahçesinden, dışarı bakmaya çalışan bir çocuk gibi uzatmıştı dallarını yüksek kaldırıma. Bizim neslin her zamanki buluşma noktasıydı. Yukarı mahalleye maça mı gidilecek, lisenin bahçesinde saha sırası mı beklenecek, ya da sahile volta atmak, kızların peşinden dolanmak için mi buluşulacak, ilk gelenlerin diğerlerini beklediği yerdi onun kollarının altı. İlk gelenin yazılmamış bir kural gibi ayrıcalığı vardı. Demir korkuluğa oturup tüm çocukluk, gençliğimizin, tüm platonik aşklarımızın itiraflarının, gizli şahidinin gövdesine sırtını vererek diğerlerini oturarak beklemek erken gelenin ödülüydü. Ama yine de kimse uzun uzun diğerlerini beklemek istemezdi. Cep telefonu da yoktu ki, gelmeyeni sıkıştırmak için defalarca taciz edelim. 

O apartmanlar sırt sırta vererek bir duvar örmeselerdi acaba o ağaçtan niceleri oralarda olur muydu? Zaman zaman bunu düşünür, onun yalnızlığına üzülürdüm. O beton duvarların içinde tek kaldığımda ne kadar sıkıldığım aklıma gelirdi. Yaş aldıkça ölümcül bir yaranın yayılması gibi beton duvarlar da yayılıyordu. Büyüklerin maçlarını bitmesini beklediğimiz toprak arsa artık mahallenin yeni apartmanı olmuştu. Hele ki bizim ‘Ali Babanın Bahçesi’ dediğimiz yer vardı ki onun da hikayesi başka bir pazara kalabilir. 

Önceki nesil son dönemlerde başlamıştı başkaldırı ağacının altında buluşmaya. Onların aslında buluşma derdi de pek yoktu. Sokağa inen direkt arsada top oynamaya başlardı. Bizim sahamız çalınmıştı. Bizim neslin buluşup bir yerlere gitmesi zorunluydu. Yoksa cadde bizim yaştakiler için her zaman bir tehdit, her zaman araba çarpması hikayelerinin anlatıldığı bir korku şeridiydi. Bizden sonraki nesil de çok az takıldı onun kollarının altında. Artık onlar da sokakta buluşmaya ihtiyaç duymuyorlardı. Evlerinden bağlandıkları internet ile diledikleri mahallenin, şehrin, ülkenin çocuklarıyla kendi daracık odalarında buluşabiliyorlardı. 

Düşünsenize Ali Babanın bahçesinde bizden önceki nesil istediği gibi girip yiyebildikleri kadar yiyebildikleri, bizim ancak tel örgülerinin ardından gördüğümüz dut ağaçlarını yeni nesil hiç görememişti. Bizim dönemde tellerle çevrelenen bahçe sonradan altında dükkanların olduğu bir siteye dönüştürülmüştü. O fırının önündeki dut ağacı, Ali Babanın bahçesindeki son ağaçtı. Onun adına hayatta kaldığı için sevinmeli mi yoksa bir ömür yalnızlığa mahkum edilişine ağlamalı mı?

Sevgili dostlarım, çok yakında Artemis yayınlarından içinde savaşın, aşkın, kardeşliğin,  ayrılığın, ihanetin ve elbette Altay’ın olduğu Şırnak, İzmir, Diyarbakır, Sakız Adası, Kıbrıs ve Prag’ta geçen bir aşk romanım sizlerin beğenisine ve ilgisine sunulacak. Eğer o romanla sizlere yeterince ulaşabilmeyi başarabilirsek ikinci romanım çocukluğumun, gençliğimin şahidi o buluşma ağacının kollarının altında başlayacak. Bakalım o ağacı yaşatmayı başarabilecek miyiz?

Önceki ve Sonraki Yazılar