DUVARLARA BİR DE BU AÇIDAN BAKIN

Berlin duvarı 1989’da yıkıldı…

Soğuk savaşın en somut sembolüydü…

Büyük umutlarla al aşağı edildi…

Yıkımın ardından adına ‘utanç duvarı’ denildi…

Beklenti dünyaya ‘yeni bir düzen’ gelmesi yönündeydi!

Öyle ki…

İki kutuplu dünya düzeni son bulacaktı;

Artık tüm sınırlar ortadan kalkacaktı;

Almanya’dan esen barış rüzgârı, tüm dünyaya yayılacaktı…

Duvarın molozları üzerinde dans eden insanlar, küresel adalet ve demokrasinin habercisi olacaktı…

Ancak bunların hiçbiri olmadı!

Berlin Duvarı yıkıldığında dünya üzerinde yaklaşık bir düzine duvar vardı.

2016 yılında bu sayı 67’ye ulaştı.

Bugünse dünya üzerinde 75’ten fazla duvar var.

Şüphesiz bu yapılar yalnızca tuğla ve dikenli tellerden ibaret değil.

Aşılmaz ya da yıkılmaz da değil.

Nitekim her duvar bir gün MUTLAKA aşılıyor…

O zaman ülkeler neden duvar inşa edip duruyor?

Her şeyden önce ‘bizi’ ‘ötekinden’;

Yani tehdit ya da düşman olarak görülenden ayıran semboller.

Duvarlar, bizlere her daim güvende olmadığımızı hatırlatıyor.

Dahası korkularımızı canlı tutmaya yarıyor.

Bu durum ulusal kimliklerin ön plana çıkmasını sağlarken;

21’inci Yüzyıl liderlerinin ekmeğine de yağ sürüyor.

Zira merkezi otorite güçlenirken, politik liderlere de kral kimliğine bürünme olanağı sağlıyor.

Korku ve tehdit unsurlarını sürekli canlı tuttuğundan, politik söylemler de buna göre şekillenmeye başlıyor.

Tüm politikalar ve iletişim stratejilerinde ‘ulusal güvenlik’ belirleyici oluyor.

Misal…

Cinsiyet eşitliğinden bahseden; toplumu aile kurumu üzerinden çökertmeye çalışan din düşmanı olarak imleniyor. 

Doğa tahribatına ses çıkaran; sanayi ya da üretimi engellemeye çalışmakla suçlanıyor.

Yolsuzluğa isyan eden terörist; ekonomik gidişatı eleştiren vatan haini oluveriyor.

Özetle neredeyse her konu bir ulusal güvenlik sorunu olarak ele alınıyor.

Mevcudu eleştirenler, mutlaka duvarın ardındaki ‘düşmanın’ bir uzantısı olarak tanımlanıyor.

Dahası…

Yurttaş bir kuru ekmeğe muhtaç da olsa, savunmaya yapılan yatırımlarla milli duyguları sömürülüyor.

Sonra tarımdan, kültürüne en ufacık bir millilik emaresine rastlanmazken;

Ve dahası cebinde 5 kuruş para bile durmazken;

Bir bakıyorsun vatandaş savunma sanayine yapılan milyarlık harcamalarla övünür hale geliyor…

Toplum bir anlamda militarize olurken, liderler de bu doğrultuda belirleniyor.

Eğitime, toplumsal huzur ve mutluluğa, refaha öncelik veren bir lider yerine;

Tebaasını güvenlik tehditlerine karşı koruyacak bir başkomutan, bir kral ya da bir hükümdar seçiliyor.

‘Seçilmişliğin’ sağladığı konfor alanıyla bu türden bir lider, otoriter ve merkezileşmiş bir güç olarak toplumsal, politik ve ekonomik her alanda mutlak gücünün sınırlarını zorluyor.

Ne yazık ki itaat kültürü de topluluklara bu şekilde yerleşiyor.

21’inci Yüzyıl’ın ilk çeyreği, tüm dünyada bu türden liderleri besleyip büyüttü.

Meşruiyetini halklardan alan ‘sözde demokratik’ iktidarlar, geçmiş dönemlerin önemli pek çok kazanımını ortadan kaldırdı.

Ancak aynı geçmiş dönemlerden alınan dersler bizlere duvarların yıkılabildiğini;

Halkların uyanabildiğini;

Ve dahası baskının bir gün MUTLAKA sona erdiğini de gösterdi.

Tıpkı Berlin Duvarı gibi…

Önceki ve Sonraki Yazılar