BU KEZ ALIŞMAYALIM!

Son bir yıla baktığımızda ne çok şey değişti hayatımızda. 2019 Aralık’ta Çin’de ortaya çıkıp yayılan bir virüsün küresel salgına dönüşmesiyle hepimiz kendi normalimizi unuttuk; şartların ve kuralların gerektirdiği bir düzene uyumlandık. Daraldık, bunaldık, gün oldu sevdiklerimize hasret kaldık. Hiç tanımadığımız insanlarla aynı duygu ve düşünceleri paylaştık; benzer endişelerde buluştuk. Çaresizlik ve kaygı durumunun sadece sosyo-ekonomik olarak değil bireysel olarak da belki de en çok hüküm sürdüğü bu dönemde pek çok alanda sınırlarımızı zorladık; gün geldi onları da aştık. Hayatlarımızın bu yeni rotasına öyle ya da böyle alıştık.

 

Yakın zaman dilimi içinde kendimle baş başa kalabildiğim nadir anlardan birinde, bu yeni ve süresiz dünya düzeninin bir parçası olarak nelere alıştığımı düşünmeye başladım. Bir baktım; hiç de azımsanmayacak kadar çok şey var “Alıştıklarım” listesinde.  İyisi de; kötüsü de. Tam da o an hepimizin sıklıkla duymaya ve de kullanmaya alışık olduğu bu kelimenin aslında çok güçlü olduğunu fark ettim. Yazmaya olduğu kadar öğrenmeye de olan merakımdan ötürü yaptığım basit bir araştırma ile “Alışmak” kelimesinin Türk Dil Kurumu sayfasında tam 7 farklı kullanım alanı olduğunu gördüm. Aslında hepsi de bildiğimiz, gündelik hayatın içinde kullandığımız anlamlar.

 

Sözün özü; alışmak güçlü bir kelime ve tabii aynı kökten türeyen alıştırmak da, alıştırılmak da…  

 

Alışmanın bireysel bir olgu olduğu; alıştırılmanın ise daha çoğulcu bir yaklaşımı karşıladığı fikriyle toplumca nelere alıştırıldığımızın listesine geldi sıra.

 

Nelere alıştırıldık biz?

 

Geçmiş tecrübelerden dolayı değişimi gerçekleştirmenin neredeyse imkansız olduğunu düşünen bireylere dönüştürülerek; siyasi, sosyolojik, ekonomik erozyonlara alıştırıldık mesela.  Martin Seligman’ın öğrenilmiş çaresizlik sendromu ile yüzyılların kaynayan kurbağa hikayesi arasına sıkıştırıldık.

 

Alıştırıldıklarımızın listesi, detaylara indikçe ve elbette ne kadar geçmişe gittiğimize bağlı olarak sayfalarca uzayabilir. Ancak biz, çok da uzak olmayan bir geçmişte;

 

Kimlik savaşlarına alıştırıldık misal. Komşumuzu soruşturmaya alıştırıldık; alışveriş yaptığımız esnafı. Kim türktü; kim kürt, kim sünni kim alevi? Nüfus kütüğünün insan olma sıfatından daha önemli olduğu öğretisine alıştırıldık.

 

Aydınlarımızın, pırıl pırıl çocuklarımızın öldürülmesine ve o ölü bedenlere kimlik yükleyip kavga etmeye alıştırıldık.

 

Yasak olmalarına rağmen kendi geleneklerinde varlıklarını sürdüren tarikatların korunup kollanmasına ve hatta devlet kademelerinde söz sahibi olmasına alıştırıldık.

 

Siyaseten olmasa da, toplumsal olarak kimsenin dini inanışı ve yaşayışını sorgulamayan bireyler iken, dindar ve kindar diye ayrıştırılıp karşılıklı bir yaftalama yarışına alıştırıldık. Sosyal yaşam alanlarının herkesin kullanımından çıkarılıp, İslami yaşam formuna uyarlanmasına da.

Anayasanın ve yasaların evrensel ilkelerinden uzaklaştırılarak, politik ve ekonomik güç odaklarının çıkarlarına göre değiştirilmesine ve hatta kişiye özel hazırlanmalarına dahi alıştırıldık.

 

Cumhuriyetin birikimi yerli ve milli kuruluşlarımızın elden çıkarılmasına; devasa projelerin yandaş şirketlere peşkeşine, ülkenin geleceğinin ipotek altına alınmasına alıştırıldık.

 

Cahilin dinle, yoksulun sadaka niteliğindeki yardımlara muhtaç edilmesine, ekonomik çaresizliğin yok ettiği canlara ve insan onuru üzerindeki zaferine alıştırıldık.

 

Ülke yangın yerine dönmüş iken, gizlilik kararları ve cezalarla basının susturulmasına, çatlak ve muhalif seslerin en masum “İçimizdeki hain” ilan edilmesine alıştırıldık.

 

Eğitimin yapboz tahtasına dönüştürülmesine, bilimsellikten uzaklaştırılarak islami motiflerle bezenmesine, öğrenci yurtlarının yerini cemaat evlerinin almasına alıştırıldık.

 

Yatak odalarına kurulan tezgahların siyasete yön vermesine, telefonlarımızdaki tuzakların ise hayatımızı ele geçirmesine alıştırıldık.

 

“Yurtta barış, dünyada barış” ilkesinin aşama aşama terk edilmesine, devlet düşmanlarının davul zurna eşliğindeki gövde gösterilerine, güneydoğu bölgemizin fiilen bölündüğü haritalara alıştırıldık.

 

Millete hakaret edenlerin ödüllendirilmesine, illeti eleştirenlerin parmaklıklar ardına gönderilmesine, övenlerin ise bangır bangır televizyon ekranlarından bağırmasına alıştırıldık.

 

Sanatın ahlaksızlıkla yaftalanmasına ve hatta “İçine tükürülmesine”, sanatçılar karalanırken saray soytarılarının küstah şovlarına alıştırıldık.

 

Nefret söylemlerinin fiziki şiddete dönüşmesine gün be gün tanıklık ederken ve o şiddet en çok da kadınları hedef alırken, söylemeye dilim varmasa da, şimdi de kadın cinayetlerine alışmamız bekleniyor bizden.  Her gün onlarcası eşi, sevgilisi, kardeşi veya tanımadığı herhangi bir erkeğin şiddet ve istismarına maruz kalırken, yaşam hakkının elinden alınmasına alışmamız bekleniyor.

 

Ne olur, bu kez olmasın!

 

Zaten sosyal yaşantımız, ekonomimiz ve bize ait pek çok şey belli güç odaklarının kontrolü altında iken, elimizdeki en büyük mücadele aracı olan aklımızın ve vicdanımızın teslim alınmasına karşı duralım.

 

Kadınlarımızı, çocuklarımızı, insanı koruyup kollayan her türlü sözleşme, yasa ve belgeye en güçlü şekliyle sahip çıkalım.

 

Asıl meselenin; pek çok kişinin kamuoyunda son dönemde yer alan güçlü tartışmalar sonrası haberdar olduğu ve şer odaklarınca “Kötülüklerin anası” gibi gösterilen İstanbul Sözleşmesi olmadığını unutmayalım. Yok edilmesi gerekenin; gerici ve cinsiyetçi zihniyet olduğu bilinciyle annelerimizin, kız kardeşlerimizin, eşlerimizin ve çocuklarımızın kirli ideolojilere göre yoğurulmaya çalışılmasına alışmayalım.

 

Kadın katillerinin, istismarcılarının "İyi hallerini" göstermeye çalışan sözde adalet temsilcilerine, cinsiyetçi dilinden taviz vermeyen siyasilere, kadını evinin süsü, erkeğin de şerefi görenlere, bir adamın namussuzluğunu “namus” adı altında kadın bedeni üzerine yükleyenlere, 6 yaşındaki kız çocuğunun evlenebileceğini söyleyen sapkın beyinlere alışmayalım.

 

Kadınlarımız hemen her gün; eşinden, işvereninden, ona sahip olma hakkını kendinde görenden veya hiç tanımadığı herhangi birinden fiziki ve psikolojik şiddete maruz kalırken; çalışan kadını fuhuşa meyilli, kahkaha atanı iffetsiz, anne olmayanı eksik niteleyen zihinlere alışmayalım.

 

Özne insansa ve en büyük silahımız aklımız ve vicdanımızsa ne olur alışmayalım.

 

Az sonra okuyacaklarınız son söz olsun.

 

Bundan tam bir asır önce; yıl 1921. Temmuz ayının ortaları. Milli Mücadele’nin de en çetin günleri.

 

Ankara'da muallimler kongresi toplanmıştır. Kongreye kadın öğretmenler de katılmış ancak erkeklerden ayrı bir yere oturtulmuşlardır. Cephede savaş, Meclis’te yoğun tartışmalar olmasına rağmen Mustafa Kemal Paşa da toplantıya katılır. Duruma baktıktan sonra geri döner.

 

Kongrede kadınların da olması başta katılımcılar olmak üzere çevrede büyük rahatsızlık yaratır. Bunun büyük bir ayıp ve ahlaksızlık olduğunu düşünen kim varsa hemen soluğu Paşa’nın yanında alır. Durumdan haberdar olan Mustafa Kemal hemen öğretmenler birliği başkanı Müfit Kansu’yu çağırtır ve şöyle der;

“Ne yapmışsınız bu öğretmenler toplantısında? Bu ne ayıp şey.”

 

Mazhar Müfit, şaşar. Tam iki kelam etmeye çalışacakken Mustafa Kemal Paşa tekrar araya girer.

“Ne yapmışsınız siz? Toplantıya kadın öğretmenleri de çağırmışsınız. Onları ne diye erkeklerden ayrı oturttunuz? Utanmıyor musunuz? Ayıptır. Kendinize mi güveniniz yok, yoksa bu hanımların iffetine mi? Bir daha kadınların erkeklerden ayrı tutulduğunu duymayayım.”

 

Kıssadan hissemizi aldıysak ve söz konusu insansa, aklımızın ve vicdanımızın teslim alınmasına karşı çıkalım.

Bu kez, alışmayalım…

Önceki ve Sonraki Yazılar