Sahi, biz niye öldük?

1969 Yılında Bahçelievler semtindeki, Ankara Yapı Sanat Meslek Lisesi’nde öğrenciydim. Bitişiğimizde, Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu vardı. Ali Başpınar orada okuyordu. Ali Başpınar, bizim okulumuza sürekli gelir, bizleri kazanmaya çalışırken tanıştık.

O günden hakka yürüdüğü zamana kadar, cezaevlerinde geçen günler hariç, sık sık birlikte olurduk. Tanımaktan ve birlikte yoldaşlık yapmaktan onur duyduğum, birkaç devrimciden biriydi. Cezaevi sonrası çok zor günler yaşadı. Hep dayanışma içinde olduk. Yoldaşı ile evlendi. Bir erkek çocukları oldu. Çok küçük yaşta, önce annesini, sonrada babasını kaybetti. Oğlunu amcaları yetiştirdi.

Büyüyünce Ali Başpınar gibi bir devrimcinin oğlu olmaktan hep gurur duymuştur, buna adım gibi eminim. 1972 Mart Askeri Muhtırası, devrimci gençliğin üzerinden tank gibi geçti.

Deniz, Yusuf ve Hüseyin idam sehpalarına, sevdalılarına koşar gibi çıktı.

Haykırışları hala kulaklarda tazeliğini koruyor. Mahir Çayan ve yoldaşları, Kızıldere’de Deniz’leri kurtarmak için bir an tereddüt etmeden ölümü seçti. İbrahim Kaypakkaya’nın direnişi devrimci tarihimizde bir destan olarak yerini aldı.

Adını saymakla bitiremeyeceğim binlerce devrimci, göz açıp kapayana kadar, barış güvercinleri olup gökyüzünün maviliklerinde özgürlük türküleri söylemektedirler.

Biri devrimci, birisi ülkücü iki kardeş

Evet, kimimiz devrimci olmuştuk, kimimiz ülkücü. Çünkü senaryo böyle kaleme alınmıştı. Bizler de bu senaryonun aktörleri olacaktık. Birileri başrol oyuncusu, kimileri de figüran olarak yerini alacaktı.

Her iki kesimde ülkesine sevdalıydı. Misak-ı Milli sınırları içindeki, son bağımsız Türkiye Cumhuriyeti tehdit ve tehlike altındaydı. Korunması ve ilelebet yaşatılması gerekiyordu.

Devrimcilere göre asıl düşman ABD ve işbirlikçisi AB Emperyalist ülkeleri ve kapitalizm idi. Ülkücülere göre, ABD ve AB, dost, müttefik ülkeler, Sovyetler Birliği ise düşman ülke. Komünizm en büyük tehditti. Bizler kahrolsun ABD Emperyalizmi diye haykırırken, onlar kahrolsun Sovyet Emperyalizmi diyorlardı.

Yani hepimiz anti-emperyalisttik anlayacağımız kadarıyla. Her an patlamaya hazır, pimini çekmek yeterli olan bombalar gibiydik. Tetiğine basılacak silahlar gibi. Biz; Emperyalizme ve vahşi kapitalizme karşı yola koyulduk. Ve birçok parçaya ayırdılar bizi.

Şiddete dayalı bir yöntemle, aşağıdan yukarıya doğru, proletaryanın öncülüğünde kapitalizmin çarkını kıracağız. Yukarıdan aşağıya doğru proletaryanın diktatörlüğünde sosyalizmi kuracağız. Asıl sorun, asıl tartışma konusu da, hangi yöntemlerle bunu gerçekleştireceğiz? Dağlardan şehirlere mi doğru, şehirlerden dağlara doğru mu yürüyeceğiz?

Ne yazık ki yürüyüp gittiğimiz ve sol yumruklarımızı sıkarak “devrimciler ölmez” sloganlarını haykırdığımız yerler mezarlıklar oldu. Aynı mahallenin yoksul çocuklarıydık. Türkü, Kürdü, Sünnisi, Alevisi, Tuncelilisi, Konyalısı bir arada otururduk. Benim en yakın arkadaşım Konyalı Rıfat’tı.

Aynı sınıfta okurduk. Müthiş severdik birbirimizi. Annelerimiz ayrı yataklar serer, biz aynı yatakta yatardık. Aynı tasa kaşık sallar, aynı türküleri dinlerdik. Onunda, benimde birer abimiz vardı. Osman abisi benim de abim gibiydi. Çok severdim Osman abimi.

Benim abimin parası olmadığı için, bana harçlık veremezdi. Ama Osman abimiz çalıştığı için hep parası olurdu. Kardeşine ne kadar harçlık verirse, bana da o kadarını verirdi. Ona ne alırsa bana da aynısını alırdı. Evet. Osman abimi kendi abim kadar severdim. Keşke hep o yaşlarda kalsaydım diye hayıflandığım çok oldu.

Hızla büyüdük, ilkokul bitti, lise bitti, soluğu üniversitede aldık. Rıfat’la Lisede yollarımız ayrılmıştı. Ama evlerimiz ayrılmamıştı. Üniversite hayatı hepimizi bir yerlere savurdu. Rıfat artık ülkücü hareketin en gözü kara, en militan üyesi olmuştu. Bende DEV-YOL hareketinin içinde yer almıştım.

Aynı mahallede oturmamıza rağmen, karşılaştığımızda birbirimizin yüzüne bakamaz olmuştuk. Her seferinde şöyle bir sımsıkı sarılsam diye içimden geçirirdim. Onun da aynı duyguları taşıdığında hiç endişem olmadı. Üyesi bulunduğu Ülkü Ocağında, öldürülecek devrimcilerin listesinin başında yer aldığımı görünce, tez vakit haber yollamıştı. Dikkatli olsun diye.

Bir akşam Osman abimizi, devrimci gençler vurdu. Haber çok çabuk yayıldı. Hayatımda o kadar acı çekmemiştim. O kadar isyan etmemiştim. Ya biz ne yapıyoruz diye dövünüp duruyordum. Osman Abi emperyalist ABD’nin vatandaşı değil. Osman Abi kapitalist değil. Bu konumdaki bütün Osman abileri öldürsek elimize ne geçer. Evet. Hiç bir şey geçmedi. Osman abimizin vurulduğunu duyan kardeşi Rıfat, mide kanaması geçirmiş, Cebecide, Tıp Fakültesi Hastanesi gastroloji bölümüne acil olarak yatırmışlar. Ben nişanlıydım. Nişanlım da hemşire olduğu için bu bölümde çalışıyordu.

Gece nöbete bıraktık ve eve çıkıp geldik. Ertesi gün nişanlım bir tuhaf ve çok korkmuş bir şekilde eve dönmüş ve hemen benim yanıma gelmişti. Hayırdır bir şey mi oldu dedim. Ya hiç sorma. Sizden beş dakika sonra bizim bölümü polisler ve ülkücüler resmen işgal etti. Hastane yönetimi geldi. Hepsi beni bir odaya aldı. Tuhaf sorular sormaya başladılar. Seni buraya getirenler kimlerdi? Neyin olurlar babında. Bende biri nişanlım, diğeri de yeğeni deyince, rahat bir nefes aldıklarını söylediler. Bir anlam verememiştim dedi.

Gece hastalara ilaç dağıtırken, bir hasta kendisine Mustafa, sizin neyiniz oluyor diye sormuş. Nişanlım deyince gözleri dolmuş ve dalmış. Hey gidi günler hey, büyüyecektik de nişanlanacaktı öyle mi. Ben Mustafa’nın en yakın arkadaşıydım. Adım Rıfat. Osman Abi ikimizin de abisiydi. Abimizi vurdular, ben üzüntümden mide kanaması geçirdim. Acil olarak buraya getirdiler. Bir süre sonra koridorda Mustafa ile birini görünce çok korktum. Eyvah benim yerimi tespit ettiler, bugün fişimi kesecekler diye bağırmışım. Sonrası bildiğimiz gibi demiş.

Ama yine de Rıfat'ı apar topar başka hastaneye nakil etmişler. Kendisini bir daha hiç görmedim.

Sahi biz niye öldük?

Önceki ve Sonraki Yazılar