Ömer Adıgüzel

Ömer Adıgüzel

Yaşama Sanatı

Yaşama Sanatı başlığını görünce Alfred Adler’in bireysel psikoloji alanında savunduğu Yaşama Sanatı kitabı akla gelir. Alfred Adler’e göre her yaşamın bir üslubu vardır. “… Yaşamımızda güçlüklere bolca rastlayabiliriz. Bir insanın güçlüklerle baş başa kaldığı zamanlar, kişinin gözlemlenebilmesi için ideal zamanlardır. Çünkü böylesi durumlarda kişiler, kendilerini başkalarından ayıran karakteristik özellikler sergiler. Bir insanın yaşam üslubunu bilmemiz onun geleceğini anlamamıza yardımcı olur. Bununla birlikte, bir kişiyi her yönüyle tanısak bile, gelecekte olacakların kesin bir şekilde söylenmesi mümkün değildir. Yaşam üslubumuz, toplumla ne kadar uyumlu olduğumuzla doğru orantılıdır”.

Adler, bireysel psikolojiden söz ederken esas olarak bireyin toplumsal uyumuna işaret eder. Toplum önemlidir ve bireyin tam bir birey olabilmesi için içinde yaşadığı toplumla uyumlu olması gerekir.

COVİD-19 süreci, kapalı yaşamlar, sosyal yaşantıların kısıtlanması, yüz yüze iletişimin azalması, etkileşimin çevrim içi araçlarla veya sosyal medya araçlarıyla gerçekleşmesi, üretimin durmak zorunda kalması gibi pek çok neden, kişileri ya kendileriyle ya da sadece yakın çevreleriyle yaşamak zorunda bıraktı.

Yaşama daha çok anlam katan pek çok eylem ve etkinliğe katılmak olanaklı değil. Yaşamı daha zevkli hale getiren yol, yöntem ve araçlardan, sanatsal-kültürel ortamlardan uzak olmak, pek çok insanın önemli yoksunluklar yaşamasına neden oldu. Olmaya da devam ediyor.

Yaşama sanatı; yaşamını daha estetik bütünlük içinde yaşayarak her şeye rağmen nitelikli ve tutarlı yaşamaya çalışmak, zamanı yaşamın hakkını vererek geçirmek, üretmek, enerji biriktirmek ve bunu yaymaya devam etmek, nitelikli ve estetik davranışlar geliştirip bunu kalıcı hale getirmektir. Bu tür bir tanımlamanın mutlaka bir sanat sınıflandırması içinde olmasına da gerek yoktur.

Bu dönemde yaşamı bir “sanat” gibi yaşayanların ya da yaşamaya çalışanların çok önemli kazanımları da oldu. Sözgelimi kendilerini “koruyabildiler”. Önce kendilerini sonra başkalarını dinleyebildiler. Okuma listesi yaptıkları kitapları okudular. Dinleyemedikleri müzikleri dinlediler. Yazmak istediklerini yazdılar. İzleyemedikleri filmleri, tiyatro oyunlarını farklı araçlarla da olsa izleyebildiler. Güne her zaman dinç, mutlu ve istekli başladılar. Çevrelerine umuttan söz ettiler onlara sosyal farkındalık ve empati mesajları attılar. Bu kez sadece işleri olduğu için değil, onların yokluklarını hissettikleri için aradılar, sohbet ettiler. Varlıklarının önemini hatırlattılar. Amaçlarını ve yaşamdaki rollerini yeniden sorguladılar. Duyarlı olma konusunda yakın çevresini uyarmaktan, onları korumaktan çekinmediler. Üç beş kişinin gidebildiği cenazelere o üç beş kişiden biri olmayı göze alarak gittiler. Bu tür insanlar Friedrich Schiller’in “İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Mektuplar” kitabında savunduğu anlayış ile akıllı, ahlaklı ve estetik duygulara sahip bireylerden oluşan bir toplumun üyesi oldular.

Deneyim ve gözlemler; sanatın herhangi bir dalında bir üretim ya da alımlama süreci içinde olanlar ile oyuna yatkın, yaratıcı dramayı bilen kişilerin bu zor dönemlerinde hem kendileri hem de yakın çevreleri ile iletişimlerini daha uyumlu bir biçimde devam ettirdiklerini gösteriyor. Böyle dönemlerde bu tür davranışları geliştirebilme başarısını gösterenler için sanatın bilindik terminolojisinin dışına çıkıp “yaşamı bir sanat olgusu içinde yaşıyorlar”, bir tür “yaşama sanatını icra ediyorlar” demek çok da yanlış olmaz.

Yaşama Sanatı, bu yönüyle COVİD-19 sürecini yaşayan günümüz insanın içinde bulunduğu ilişki yumağının içinde yaşarken bunalmamayı bilmektir. Özellikle siyasetin dayattığı hızlı dönüşüm ve toplumsal değişime karşı her türlü yabancılaşmadan uzak durabilmek, insanın kendisi ile barışık olması, diğer insanlarla olan ilişkisine de bunu olumlu yansıtabilmesi demektir.

Önceki ve Sonraki Yazılar