Övgün A. Ercan

Övgün A. Ercan

Bir kadın gözüyle Atatürk

Atatürk, her yönüyle kendisini kurtarıp, kurduğu Türkiye Cumhuriyetine adamıştı. O öyle derdi,

‘Ben demek Türkiye demektir. Türkiye demek de ben demektir’

O, Türk devrimlerinin yönderiydi. Önder olacak bir kişi, ilke ile devrimlerinin simgesi olurdu. O da yıllar boyu okuyarak, kendini toplumsal, ekinsel konularda eğiterek gelecek günlere hazırlamıştı. Sonuçta, Cumhuriyet, devrimler ile bütünlendi. Günümüzde bile bizdeki algı, Atatürk demek; cumhuriyet, Türkiye, özgürlük ile devrimler demektir.

Biz, Atatürkçüler için o kusursuz, eksiksizdir. Ötesi, artık o bizim gözümüzde, bir gerçekten kişiden öte bir efsanedir-mitostur. Ona hiçbir, kusur, kötülük ile lekeyi konduramaz, onun savunmasını biz yaparız.

Gerçekten de, Ata, üstün yetenek, ülkü, kavram, davranış, duygu özelliklerini kendinde toplamış bir kişidir. Özellikle bakımlı bedeni, giyimi, kuşamı, konuşmasıyla çok seçkin bir kişiydi.

Ramsey’in edinicisi olan Remzi Gür bir gün bana onu söyledi, ‘Hocam, biz giysilerimizi tanıtmak için çeşitli mankenler kullanıyoruz. Ancak, hiçbir giysinin Gazi’nin üzerinde durduğu gibi şık oldu- ğunu görmedim’

Giysilerini, Beyoğlu’nda bir Ermeni terzi İngiliz kumaşlarından dikerdi. Ancak, Kurtuluştan sonra sürekli Türk ürünlerini kullanmıştır.

Ata, Türkçe, Arapça, Osmanlıca, Fransızca ile İngilizce bilir, piyano çalar, türküler, şarkılar söyler, zeybek oynadığı gibi, tango, vals de yapardı. Kalın sesiyle karşısındakinin gözünün içine bakarak, yavaş yavaş sindirerek konuşurken, büyük bir incelikle, sözcükleri özenle seçip kullanırdı. O, yalnızca kadınlar için çekici değil, erkeklerin özendiği, yabancı devlet adamlarının gıpta edip, saygı duyduğu bir kişiydi. O bir bütündü.

Atayı izlemeyle görevli, Amerikalı bir çağımcı-gazeteci olan Jeff Barrett’in genç karısı olan Evelyn (yaklaşık 25 yaş) onun gece yarısı toplantılarına ara sıra katılanlardandı.

Evelyn’in doğasındaki çok güçlü bir damar, baturlara tapma eğilimiydi. Daha Amerika’dan Anadolu’ya gelmeden önce kocası Jeff’in 1921’de yolladığı bildirileri okuduğundan beri, ulusal kimliğini yeniden kazanmak için uğraşan bir toplumu yöneten bu yenilmez erbay-kumandan, onun gö- zünde bir ulaşılmaz ulu yiğit olmuştu. O bir doruktu. İlk karşılaşmalarında Ata, Evelyn için erkekten çok bir sanrı, bir ulaşmıştı-efsaneydi, mitostu. Oysa yaşamında Evelyn sevişmeye hiç düş- kün olmamıştı, ayrıca Ata’da kadınlarla ününe karşın Evelyn ile sevişmemişti. Evelyn ile çıktıkları at binme gezilerinde, at sırtında sürdürdükleri kısa konuşmalar Evelyn’e yalnızca ışık tutan beğeniler kazandırmıştı. Evelyn’in için sevişmeden çok ilgisini çeken, ötken-tarih ile ekinsel-kültürel bilgilerdi. Onların taşkıncasını da Ata’da buluyordu. Evelyn Ata’dan çok etkilenmişti. Ata, onunla çok ince gülütlü-nükteli konuşuyor, sürekli Türkiye için düşündüklerini anlatıyor, ona da Amerika’da kadın ile yaşantılarını ta özeline inercesine sorguluyordu. O devrimleri için sürekli bilgi devşiriyordu.

Evelyn için Ata; Mustafa Kemal Paşa, Gazi, Mare- şal, Başkomutan, Gelibolu Kahramanı, ayrıca ba- ğımsızlığı için savaşan Türkiye’nin Büyük Kamutayının-millet meclisinin Başkanıydı. Bu denli etkileyici sanların ağırlığını taşıyamayacak öl- çüde ince, ayrıca genç görünüyordu. Evelyn ile at binmek üzere onun evine geldiğinde onu şöyle tanımlıyor; at darbulağı-pantalonu ile ceketini giymiş olan bu adam, ortadan biraz daha uzun boyluydu (1,72 santim), ayrıca başı, alışılmışın tersine, erten-sabah gezintisi için börksüzdü-şapkasızdı. Saçları, özenle kesilmiş bıyığı gibi şaşırtacak denli açık renk; gözleri de açık çelik mavisiydi. Sarışın yakışıklılığı, iki adım arkasında duran yakın arkadaşı Albay Arif’in varlığıyla daha da öne çıkıyordu. Sinekkaydı tıraşıyla, bu ölçüde ezici sorumlulukları olan bu kişinin hiç yorgunluk izi taşımaması şaşırtıcıydı. Hemen hemen her gece süren, o uzun içkili, şarkılı, kâğıt oyunlu söyleşi tününün, herkesi bitiren yorgunluk ile bitkinliği sanki Ata’ya dokunmadan geçip gitmişti. Zayıf, ayrıca çıkık elmacık kemikli yüzü; sanki ateşli belleğinin ışığını pürüzsüz yansıtır gibi, ayrıca gergin teninden taşıyormuş gibi parlaktı. Bir kadına yaklaşırken, uçacak bir sülün gibi yürüyordu.

Bir kadın ya da kişinin ondan etkilenmemesi düşünülemezdi.

Başka bir kadınla iken Fikriye’nin onlara eşlik etmesini istemezdi.

Gerek yabancı kadınlar, gerekse yabancı görevliler ile konuşurken, yalnızca devrimleri ile tasarılarından konuşur, ancak kendisine gelecekte yapmayı düşündüğü savaşlar sorulduğunda, sözü ağzında geveleyip, başka bir konuya geçerdi. Asla sır vermezdi.

Güzel, çekici bir kadın olmak, onun Türkiye’sini, ülküsünü, ereklerini paylaşmak için yeterli değildi. O, kendini bir geçici varlığa, bir kadına, bir çıkara asla bağlamamıştı

O demek Türkiye demekti. Varsa yoksa Türkiye, varsa yoksa on bin yıllık Anadolu Uygarlığının biricik kalıtçısı-mirasçısı Türk Ulusu.

O öyle söylerdi; ‘Türk demek, kültür demektir. Türk demek, Türkçe demektir. Türkçe konuşmayana Türk denmez. Tek önemli olan bağımsız, özgür, uygar bir devlet olmaktır’ (Sürecek)

Önceki ve Sonraki Yazılar