Süleyman Karan

Süleyman Karan

Mezhepçiliğin kör kuyusunda ölümüne debelenmek!

Son birkaç gündür özellikle sosyalist ve merkez sol medyada benzer yorumlar okur oldum. Musul meselesi üzerine hep aynı eksen üzerinden dönüyor yorum, sonuçta AKP’nin Musul’u iç politikada tabanını konsolide etmek ve bir rejim değişikliği için simge olarak kullanmasını ana eksen olarak alıyorlar. Bir yere kadar doğru ama o kadar, zira dış politikadaki ‘tarihsel kırılma noktaları’ bu tip analizleri oldukça sığ kılıyor. AKP, sonuçta bir İhvan uzantısı ve onun ne idiğü belirsiz etkenlerle soslanmış eklektik bir hibridi, tabii ki her şeyde olduğu gibi bunu iç politikada demagoji ve provokasyon malzemesi olarak kulanacak, ama unutmamamlı ki İhvan dediğiniz, mezhepçi Sünni bir ‘mikro kolonyalizm’ modelinden esinlenmiş bir siyaset geleneği... Bu sebeple çok daha tehlikeli... Sadece 80 milyon Türkiyeli’yi değil, yaklaşık 500 milyonluk bir hinterland’ı hedefliyor. Bir ham hayal ama her ham hayal gibi iktidarda oldu mu, bir felaket sebebi de...


Formül çok, ama körlük daha çok


Bazı bölgeler, her zaman stratejiktir. Musul ve Kerkük de öyle... Ve bütün bölgesel ve küresel güçler orada kirli bir oyuna müdahil olmak zorunda, yani bundan kaçış yok. Tıpkı bir süre sonra Halep’te yaşanacak olan gibi... Yani şunu diyerek işin içinden çıkmanız mümkün değil: “Biz emperyal değiliz, Musul’da ne olursa olsun, önemli olan barış gelsin!” Zira barış falan gelmeyecek ve kim ne derse desin, bu sadece o her iki lafın birinde bu İhvancılar’ın ‘üst akıl’, sosyalistlerin ve ulusalcıların bir bölümünün ‘küresel güçler ve emperyalizm’ diye tarif ettikleri hikâyeden ötürü değil, bizzat bu topraklarda yaşayan halkların bin yıllık birikmiş sosyokültürel zehirinden ötürü... Yani AKP’nin dış politikasını iç politikası üzerinden eleştirmek yerine, doğrudan Osmanlı sosu ve biraz da ırkçılık serpiştirdiği o zehirli İhvan ideolojisini eleştirmek gerek.  

 

Tehdit ve hakaretle dış politika


Hemen bir örnek verelim, sonra da onu haklı çıkarmak için her türlü yalan ve zehiri kusan maaşlı kanaat önderlerinin zırvalamalarına geçelim... “30 bin kişiyle Haşdi Şabi geliyor diyorlar. Geleceği varsa göreceği de var. Musul’da 2 milyon Arap Sünni-Türkmen var. Biz onları Başika’da eğittik. Biz bunları yaparken, Irak merkezi yönetiminden gelen taleple yaptık. Şimdi ne oldu bu Irak merkezi yönetimine? Hava değişti. Bizi bu tezgaha getiremezsiniz.” Baştan sona bir savaşın ateşine benzin dökmek ve temizlenmesi on yıllar sürecek bir sorun yaratmak için bire bir cümleler! 

Şimdi geçelim bu maceracı, yayılmacı ve kör ideolojinin savunucularına... Bu ‘Yeni Türkiye’nin kanaat önderi diye geçinen militanlarının, son günlerde en çok kulandıkları cümle şu: “Biz sahaya gidiyoruz. Orada insanlarla görüşüyoruz. Orada her şey mezhep üzerinden yürüyor.” Evet bir bölümü sahaya gidiyor. Nasıl gidiyor? Tabii ki oradaki bağlantıları sayesinde... Oradaki bağlantıları kim? Barzanici Kürt ortakları veya tekfirci selefi teröristler... Alan dedikleri ne? Sünni mezhepçiliğinin terörü altında inleyen bölge! Konuştukları kimler? Sünni örgütlerin liderleri, Irak’ı bölmeye çalışan teröristler, yeminli Şii düşmanları... 


Terörün kapsama alanında


Şimdi bir tartışma programında bir AKP memuru, bunları söyleyip, ardından da fıtratı gereği mezhepçilik zehrini kustuyor. “İnsan ciğeri, kalbi yiyen Sadr” diye bir cümlesi var ki evlere şenlik! Bir zamanlar övdükleri, Suriye’yi kan gölüne çeviren örgütün yamyam komutanı, gerçekten de Suriye Ordusu askerinin ciğerini yiyordu ve bunlar da bu adamları yere göğe sığdıramıyordu, ama tabii Sünni’ydi, sesleri çıkmıyordu.

Haksızlık etmeyelim, diğer cenahta da durum farklı değil. Haşdi Şabi de Şii mezhepçiliğinin bir tezahürü... Tıpkı Sünni mezhepçiler gibi Şii mezhepçiler de zehir kusuyor. Ve başta Musul olmak üzere artık tüm Irak, hatta tüm Ortadoğu bu Ortaçağ’dan kalma nefretin esiri haline gelmiş durumda... Bu mezhepçilikle kirlenmiş topraklarda, büyük bir direnişle, uzun süre tüm aşağılık kışkırtmalara karşı temiz kalabilmiş tek ülke Türkiye’ydi. Özellikle de Suriye’de iç savaş çıktığından bu yana, bu pislik ülkemizde de hızla yayılıyor. 


Hizip değil model olmak gerek ama...


Oysa ki, bu iki hizbin savaşında Türkiye, artık olmayan laik ve demokratik kimliğiyle bambaşka bir rol oynayabilir ve gerçekten de belki değişmesi artık kesinleşmiş bir coğrafyada etkinlik kurabilirdi. Onlarca formülden birini gündeme getirebilir, belki de Kürt özerk bölgeleriyle bir konfederasyona doğru bile gidebilirdi. Belki Halep, Musul ve Kerkük gibi kentler, Brüksel modeline benzer bir yapıda özerk kentler haline gelir, her etnik ve dini kimlik bir arada yaşayabilirdi. Bu imkân vardı, çünkü Türkiye tarafsız ve insani bir aktör olarak yer alıp, farkındalık yaratabilirdi, Ortadoğu’nun yeniden yapılanmasında! Ancak İhvan ideolojisinin soslanmış haliyle, ancak mezhepçi ve işgalci, üç kuruş çıkar için kavgaya girmiş bir kabadayıdan öteye gidemiyor. Ortadoğu’nun İran ile birlikte en güçlü ülkesinin lideri, bir başka ülkenin lideriyle kahvehane kavgası yapabiliyor. Ve karşılıklı hakaretler havada uçuşuyor. 

Niye mi? Zira emperyal olmak hayaliyle başlayıp en geri mezhepçi güdülerle hareket ederseniz, bırakın mirasyedisi olduğunu iddia ettiğiniz Osmanlı’yı, herhangi bir mezhepçi hizip lideri kadar değer görürsünüz. Böylesi bir stratejiyle ise ancak karşılıklı küfürleme ve bilinmeyen kanlı bir maceraya sürüklersiniz koskoca ülkeyi ve bölgeyi... Durum iç politika meselesi değil, hatta artık bölgesel bir mesele değil... Bu gözü kör, cahil ve gerici iktidarla belki de Üçüncü Dünya Savaşı’na vesile olmaya doğru koşar adım gidiyor.

Bu kötü masal için tek bir mutlu son varsa, o da bu ülkenin yurtsever insanlarının yeniden laikliği ve demokrasiyi tesis etmesidir. Nasıl olur? Bilinmez, ama her kötülük bir şekilde son bulur. Ödenecek bedeli ise tarih yazar, faiziyle hem de!

Önceki ve Sonraki Yazılar