Anadolu’yu vatan toprağı yapan adam!

Anadolu’yu şöyle bir dolaşalım…

Geçmişten kalan eserlere bakalım…

En çok Roma’dan, Bizans’tan kalan yapılara rastlarız, değil mi?

Antik tiyatrolar, antik şehirler, kiliseler, havralar…

Başkent İstanbul’u saymazsak Bursa, Edirne dışında Osmanlı’dan kalan eser var mı?

Selçuklunun bile var ama Osmanlı dönüp Anadolu’ya hiç bakmamış…

 

****

 

Peki Anadolu insanı (bazıları) bugün bile ne yapıyor?

Osmanlı tuğrasını aracının arkasına vuruyor; sanki padişahın soyundan gelmiş gibi…

Cumhuriyet’e, Atatürk’e vefasızlık yapıyor.

 

****

 

1897 yılında doğup, 1976 yılında ölen ve 20 yüzyılı bütün olaylarına tanık olan Şevket Süreyya Aydemir’in ‘suyu arayan adam’ ‘(Remzi Kitabevi, 28. Basın, 2014) yaşam öyküsünü okuyorum.

Ağabeyi Sarıkamış’ta şehit olduğu halde gönüllü olarak Birinci Dünya Savaşı’na katılan, Kafkas Cephesi’ne yedek subay olarak çarpışıp yaralanan Şevket Süreyya Aydemir, 1900’lerin başındaki Anadolu’yu anlatıyor:

Doğuşum da bir savaş yılına rastlamış (1897 Türk Yunan Harbi). Zaten o yıllar sükun yılları değildi. O yıllar kanlı, muammalı bir yüzyıla gebeydi. Bir yüzyıl sona eriyordu. Yeni bir yüzyıl doğmak üzereydi. Şu acayip, şu yaşamaya değer yirminci yüzyıl!”

(Sayfa-8).

 

****

 

Edirne’de doğan Şevket Süreyya, imparatorluğun parçalanmasına ilişkin anıları çocuklukta başlıyor:

Bu çetecilik oyunların en heyecanlısı, bizim mahallenin çocuklarıyla, bitişik Hıristiyan mahalle çocukları arasında yapılanlarıydı. Bunlar gerçek bir çete çatışması gibi geçerdi. Hiç beklenmedik bir zamanda patlardı. Derhal duyulurdu. Bu artık bir oyun değildi. Sınır mahalleler arasında bir kavgaydı. Bütün bunlar, aynı devletin uyruğu, fakat yüzyıllardan beri birbirine kaynaşmayan ırkların çocukları arasında, ilerde olacak kanlı hesaplaşmaların küçük hazırlığıydı.”

(Sayfa-15).

 

****

 

Osmanlı son yüzyılını hep bir iç savaş biçiminde yaşadı.

Rumeli’de, Yemen’de, Arabistan’da hatta Anadolu’nun doğu coğrafyasında halklar sürekli isyan etti, idareye başkaldırdı.

Bu hem milliyetçilik dalgasının yükselmesi nedeniyle oldu hem de Osmanlı’nın artık halkları aynı potada tutamayacak, onları idare edemeyecek noktaya gelmesiyle…

Şevket Süreyya Aydemir bunu şöyle anlatıyor:

Fakat biz evvela isyanları, isyan eden milletlerin, ırkların, devletimizin idare tarzından bıkması şeklinde anlamıyorduk. Bu bize böyle anlatılmıyordu. Bu ırkları, bu milletleri devletin idare edemediği bizim çevremizde hiç kimsenin aklına gelmiyordu.”

(Sayfa-37).

Peki onların akıllarına ne geliyordu?

Kötü idarecilerin bin yıl süren bahaneleri: “Dış güçler!”

 

 

****

 

Şevket Süreyya Aydemir’in, isyanlar ve bozgunlarla dağılan Osmanlı’ya karşı yeni umut olarak Turan ülküsünün öne çıkmasını kişisel yaşamında şöyle savunuyor:

Öyle ya diyordum, Osmanlılık; seferleri artık sona ermiş bir çürük tekne olabilir. Fakat biz sadece Osmanlı değiliz ki? Biz Osmanlı olmadan önce Türk’tük. Bugün de Türk’üz. Kaybolmakta olan sadece Osmanlı vatanıdır.”

Sonra Tuna’dan Meriç’e, Altaylar’dan Çin Seddi’ne uzanan bir coğrafi hat çiziyor, tarihsel geçmişe ise Cengiz Han’ı, Bilge Kağan’ı, Timur’u oturtturuyor.

“Bu dava sarsılmış, fakat aktif hayata henüz başlamamış ama ilerde yapacağı bir şeyler olduğunu sanan bir delikanlı için yeni bir ülkü, bir kurtuluş kapısı, gerçekten bir yeni Ergenekon’du.”

(Sayfa-49).

Kitabı okuyunca Enver Paşa’nın arayışlarını, Türkçülüğün Turancılık düşüncesine varma nedenlerini daha iyi anladığımı düşünüyorum.

 

ANADOLU YOLLARINA ÇIKIYOR!

 

Şevket Süreyya Aydemir çocuk denecek yaşta subay okulundan eğitim gördükten sonra Anadolu yollarına çıkıyor.

İstanbul’dan trenle başlıyor yolculuk…

Biraz eşlik edelim mi?

Anadolu gerçeğinin artık kapısında ve içinde bulunuyorduk. Fakat ne var ki, gördüğüm Anadolu, benim mektepte öğrendiğim, yahut şiirlerde okuduğum, mektep şarkılarında haykırdığımız Anadolu’ya hiç benzemiyordu. Çağlayan sular, öten bülbüller, altın başaklar, altı üstü birbirinden zengin ve dünyanın hazinesi olan Anadolu herhalde buraları olmasa gerekti.

Burası, dünya kabuğunun çoktan ölmüş bir parçasıydı ki, yakan güneş, kavuran soğuk altında, kumları, kireçleri şerha şerha ufalayarak her gün biraz daha çölleşiyordu.

Köy denilen şey, bozkırın boşluklarında kaybolmuş birtakım kovuklardı. Ara sıra rastlanan küçük istasyon kulübelerinin önlerinde kımıldanan insanlar, bu çorak toprakların yürüyen parçaları gibiydi.”

(Sayfa-63).

 

****

 

Şevket Süreyya Kafkas cephesine ulaşmak için Ulukışla’da iniyor sonra yola yaya devam etmek zorunda kalıyor:

Ben trenden inip bu çorak Anadolu toprağına ilk ayağımı basınca etrafıma uzun uzun bakındım. Burası, birkaç toprak kulübesi olan kel, tozlu, kasvetli bir yerdi. Ortada, eski yüzyıllardan kalma bir eski harabesi de olmasa, buraya, zaten unutulmuş bir yer de denilebilirdi. Fakat Kayseri’yi, Sivas’ı aşıp, Erzincan’a, Erzurum ilerisine, Rus, Acem sınırlarına varan yollar buradan başlıyordu. Bozuk düzen birtakım izlerden ibaret olan bu yolların uzadığı istikametlerde ne bir karış demiryolu ne de motorlu bir vasıta vardı.”

Osmanlı’nın bıraktığı muhteşem mirası görüyor musunuz?

 

****

 

Şevket Süreyya Aydemir, yol boyunca gördüğü köyleri biraz daha ayrıntılı betimliyor:

Köyler görürsünüz ki, insanlar yerin altında yaşarlar. Jeolojik devirlerin biriktirdiği eski yanardağ küllerini, tarih öncesini kazmaların eşi olan aletlerle delebilen insan, bir tepenin altında kendisine dam, oda, ahır, samanlık kovukları oymuştur. Bu kovukların içinde ağır fakat daima serin bir hava bulursunuz. Testiler, küpler, kilimler, kaplar için duvarların içerisinde ayrı ayrı yerler oyulmuştur. Tepenin altını dolduran bu yeraltı evlerinin, bu mağara konutlarının bazen birinden diğerine geçilir.  Havaya açılan deliklerden içeriye loş bir ışık sızan bu yeraltı dehlizlerinde tarih öncesi devrinin mağara adamı gibi dolaşırsınız.

-Acaba hangi devirde, nerede yaşıyorum? dersiniz.

Her şeyden sizden ayrı, her şey size yabancıdır. Bu alem sanki başka bir gezegenden kopmuştur. Başka bir çağdan arta kalmıştır. Toprağında çalı bile bitmeyen bu ölmüş dünya kabuğu üstünde öküzler, inekler, eşekler, ancak keçi kadardırlar. Dağda adına ekin denilen şey, ancak nasırlı ellerle yolunabilen sıska, dağınık bir şeydir. ‘İnsanlarla hayvanlar bu kavruk bitkiden nasiplerini nasıl çıkarırlar?’ diye düşünürsünüz. Tıpkı kara taşlar gibi kavruk, tıpkı kara taşlar gibi yüzyılların soğuğunda, sıcağında kuruya kuruya adına güzellik denilen hayatiyeti tamamen unutmuş mihnetli bir insan varlığı sizde acı düşünceler uyandırır.”

(Sayfa-65).

 

****

 

İşte Abdülhamit’in, Osmanlı’nın bıraktığı canım Anadolu’nun durumu bu…

Onun için Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkması, 1920’de TBMM’yi açması, ardından 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’ni kurması Türklerin Anadolu’yu bin yıl sonra da olsa fethetmesi anlamına geliyor.

Ne emperyalist odaklar silebilir bu damgayı ne de Yeni-Osmanlılık hayalleri peşinde koşanlar!

 

***

 

Bu yazının dipnotu: Türkler için Malazgirt zaferini milat kabul edersek (Ki çok doğru olmamakla birlikte genel olarak böyle biliniyor) Anadolu topraklarını vatan yapan adam Mustafa Kemal Atatürk oldu. Kanıtlarını yaşayan birinin ağzından sundum.

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar