Türkiye’de değişimin fotoğrafı ve Sabahattin Ali!

Sosyal medyada, çevremizde kötümser, karamsar tablo çizen pek çok insan var.
Onlar sürekli olarak, "Battık, bittik, bu ülkede yaşanmaz!" gibi yakınmalarla hem halka hem de kendilerine olan güvensizliği yayarak, toplumsal bir travmanın tohumlarını atıyorlar.
Oysa biraz cumhuriyetin kuruluş yıllarına baksalar, harap halde alınan bu ülkenin neleri başardığını görecekler.
Çağdaşlaşma, modernleşme kaygısı duyanlara hep aynı şeyi söylerim; bu ülkenin genlerinden iyiye güzele doğru yöneliş oldu her daim...
 
***
 
Düşünün, Orta Asya'dan göç edenler nereye geldi?
Daha batıya, Anadolu'ya…
1071'de nereye yöneldik? Yine batıya...
Osmanlı Anadolu'ya açılmadan nerelere gitti, Balkanlar'a...
 
**
 
Umutsuz olmamak lazım.
Bu konuda iki örnek vermek isterim.
25 Şubat 2021’de 114 yaşına basan, bugün de ölüm yıldönümü olan Sabahattin Ali'nin 1947 yılında yazdığı "Çirkince" adlı öyküsün anımsar mısınız?
Türkiye'nin nereden nereye geldiğini anlamak açısından önemli...
 
**
 
1940'lı yıllar...
Efes harabelerini görmek için İzmir'den Selçuk'a giden yazar şöyle anlatır burayı:
"Fakat daha erkekler Gymnasium'un kapısındayken içime bir gariplik çöktü. Her İzmir'e gelişimde muhakkak bir kere uğradığım bu harabeler, sanki seneden seneye daha harap oluyor, binlerce yıl önce aralarında bazı insanların, insanlar gibi yaşadığı mermerler bile kendilerini asırlarca örtüp koruyan anlayışlı toprağın altından çıkarıldıklarına küsmüşçesine, kararıp kirleniyordu. İçinde vücutları ve ruhları güzel insanların yetiştirildiği Gymnasium'un mozaikleri, şimdi birbirini kovalayan keçilerin tırnakları altında dağılmaktaydı. Coşkun bayramların, spor oyunlarının kutlandığı Hypodrum'un göbeğine muhacirler tütün ekmişler, kenardaki kuru yapraklı bir çardağın altında sıtmadan titreşerek yatıyorlardı. Sayısı bir zamanlar bin 300'ü geçen ve bugün elimize sadece elli kadarı gelebilen o harikulade tragedya ve komedyaların oynandığı tiyatronun geniş ve serin artist gardıropları şimdi tek tük gelen seyyahlarla, buraya yerleşmiş olan birkaç aileye ve keçi çobanlarına kenef vazifesi görüyordu. Sokakların mermer kaldırımları arasından fırlayan böğürtlenlerin kalınlaşan kökleri, binlerce yılın boğamadığı bu beyaz taşları çatlatıp parçalıyor; yelkenleri pırıl pırıl gemilerle dolu limanı şehre bağlayan iki yanı heykelli, geniş Arkadya caddesi, şimdi bütün ovayı kaplayan bataklığın iki adam boyundaki sazları arasına dalıp kayboluyordu. Sokaklarının ortasındaki mermer satış tezgâhları hâlâ sapasağlam duran, bol çeşmeli Agora'nın dükkânları toprakla dolmuş, içlerinde yabani incir ağaçları, mersinler, zakkumlar, böğürtlenler türemişti. Raflarındaki on binlerce papirüsle kafalara aydınlık düşünceler dolduran kütüphanenin pek bozulmamış merdivenlerinden çıkıp, kurucusunun çıra isleriyle kararmış mezarına girmek isteyince, karanlık uykularından uyandırılan yarasalar hırsla insanın yüzüne çarpıyorlardı. Daha yapıldığı günlerde bir zelzele ile yıkılan mabedin kalın sütunları, insafsız bir tanrının hışmından korkup secdeye kapanmış gibi, hep aynı istikamette uzanmış ve parçalanmışlardı. Küçük ve zarif Odeon tiyatrosunu örten sararmış otların arasında kertenkeleler dolaşıyor, kızlar Gymnasium'undan tek ayakta kalan şey, yarı yıkılmış büyük bir kapı, 'Girmeyin, ağlarsınız' der gibi dudaklarını büküyordu."
 
**
 
Uzun bir alıntı oldu. Yazar, Efes antik kentini bir harabe olarak anlatmaya devam ediyor ileriki sayfalarda...
Sanırım bu yazıyı okuyan herkesin Efes'e bir kez olsun yolu düşmüştür.
Şimdiki duruma baktığınızda, burada anlatılanla o günün ilgisi var mı?
O günden bu yana Türkiye çok yol almadı mı?
Efes'in yeni hali ve her yıl yüz binlerce ziyaret edeni sizi umutlandırmıyor mu?
 
**
 
Sabahattin Ali yazının devamında eski adı Çirkince olan Şirince'yi anlatır.
Çocukluğunda (1910 sonrası olsa gerek), gördüğü Çirkince ile 1947 yılının Çirkince'sini karşılaştırır:
"Çirkince... Yedi, sekiz yüz hanelik dağ köyü... Daha uzaktan, çamların ve zeytinliklerin arkasından, hafif çivitli beyaz evlerinin camları parıldayan, meydanlarını iri çınarların gölgelediği küçük Rum kasabası...
Hepsinin ovada incir bahçeleri, dağın sırtlarında zeytinlikleri vardı. Yazın sabahın erkeninde, kadınlı erkekli, bütün köy halkı atlara binip ovaya iniyor, incirlerini işliyor, akşam serinliğinde tekrar uzun bir süvari kolu halinde güle oynaya köye dönüyorlardı. Kışa doğru zeytin mahsulünü de böyle kaldırırlarmış. Ova köylerinde sarı benizli, şiş kadınlı insanları burada görmek mümkün değildi. Gündüzleri köy boşalınca geride kalan iki büklüm ihtiyarların bile yanakları al aldı. Akşam yemeklerini yedikten sonra hep sokağa dökülürler, mandolin çalan delikanlılarla yumuşak sesli kızlar şarkılar söyleyerek kalabalık gruplar halinde dolaşırlardı. Koskocaman bir kiliseleri, dört tane ilkokulları, bir tane de gimnazları vardı. Pazarları çınarlı meydandaki gazinoların bahçeleri tertemiz giyinmiş insanlarla dolar taşar, karı koca zarif bir karafadan rakılarını içerlerken etraflarında çocuklar oynaşır, ihtiyar kadınlar siyah yünden atkı örerlerdi."
 
Yazar, bu güzel Rum köyünden yaşamı ayrıntılarıyla anlatmaya sonraki sayfalarda da devam eder...
 
***
 
Ancak biz dönelim 1947 yılına...
"Burası benim otuz sene önce gördüğüm, içinde en güzel günlerimi geçirdiğim yer değildi. Şu sağ tarafımda kapısız, penceresiz, çatısız yükselen dört duvar, bir zamanlar bahçesinde yüzlerce çocuğun oynadığı mektep olamazdı. Şu önümdeki ulu çınarın dibinde, böyle bataklık ortasında bir taş yığını değil, dört gözlü bir mermer çeşme olacaktı.
Köyü baştanbaşa dolaştım. Bu sekiz yüz evli küçük kasabada, şimdi belki elli aile bile oturmuyordu. Buraya mübadil olarak yerleştirilen muhacirler, tütüncü oldukları için incilerini, zeytinliklerini yok pahasına satmışlar, hatta birçok ağaçları kışın kesip yakmışlar, sonra her biri bir tarafta dağılmışlardır. Ortalıkla insan görünmüyordu. Belki yirmi seneden beri el sürülmemiş gübre ve süprüntü ile kaldırımları görünmez hale gelen sokaklarda, bazen gözlerinin rengi bile anlaşılmayacak kadar kirli bir çocuk peyda oluyor, bir yabancının geçtiğini fark eder etmez, arkasından çekmeye çalıştıkları keçinin ipini bıraktığı gibi kayboluyordu. Yıllardır boş duran evlerin ne kapıları ne pencereleri, hatta ne döşemeleri kalmıştı. Sekiz on odalı koskoca evlerin sahipleri bile pencerelerine tahta çiviledikleri bir yer odasına dolmuşlar, öteki odaların dolap kapılarına ve çerçevelerine kadar bütün tahta kısımları kışın söküp yakmışlardı. Onları, karlı havada birkaç yüz metre ötedeki çam ormanlarına gitmekten alıkoyan mukaddes tembellik karşısında garip bir ürperti duyarak dolaşmama devam ettim."
(Sabahattin Ali, Seçme Öyküler, YKY yayınları, Nilüfer Belediyesi armağanı. Sayfa 270-285).
 
**
 
İşte Sabahattin Ali'nin anlattığı Çirkince-Şirince böyle bir yer haline gelmişti.
Bir de şimdiki haline bakın ve umudu yeniden içinizde hissedin.
 
**
 
Bu yazının dip notu: Sık sık anlattığım bir başka gelişme de şudur. 1908 yılında Bursa valisinin eşi, Bursa'nın Kapalıçarşı'sını gezememişti. Başı kapalı olduğu halde, peçesi olduğu halde kadın olduğu için izin verilmemişti. O da dönemin atlı arabasıyla çarşıyı gezmek zorunda kalmıştı. Bir de bugüne bakalım. Tarihin akışı tersine çevrilebilir mi? Değişim kaçınılmazdır ve gericilik kaybetmeye mahkumdur.,

 

Önceki ve Sonraki Yazılar