Minik Zeliha'nın 'devleti'

Devlet neyin nesidir? Hangi ihtiyaçtan doğmuştur? Ve insanoğlunun hangi ihtiyacına yanıt verir, vermelidir?

Tarım devrimi sonrası, insanoğlu devlet dediğimiz aygıtla tanışmış. Yüzyıllar boyunca da o aygıta türlü türlü tanımlar getirip görevler yüklemiş.

Tarihte, devlet felsefesine en kapsamlı biçimde kafa yorup, bunu bir de yazıya döken, Platon’dur. Ona göre, devlet “birlikte yaşama zorunluluğundan” doğmuştur. Bireye düşen de, bu “zorunlu kurumu” koruyabilmek için belli kurallara uymak, sınırları aşmamaktır. Hatta, Ona göre, bir şey devlete yararlıysa adaletli, değilse adaletsizdir.

Devlet ile adalet arasında böyle doğrudan bir bağ kurulması boşuna değil. Çünkü, beslenme / barınma gibi hayati ihtiyaçların ardından gelen TEMEL İHTİYAÇ ADALET olmuştur. Neredeyse ilk toplumlardan bugüne…

Ne yazık ki, yine ilk toplumlardan bugüne devlet aygıtı adaletten hep uzak düşmüştür. Çünkü, devlet (özellikle feodal ve burjuva devlet) toplumdaki egemenlerin ihtiyacına öncelik verir. Egemenleri korumak üzere örgütlenir. Bunu sağlayabilmek için de polis / asker gücüyle baskı kurar.

Ancak Gramsci’ye göre, bu her zaman ya da sadece polis ve asker gücüyle olmaz. Özellikle modern devletlerde. Ya ne olur? Ne yapılmaktadır ki, egemenler “iktidarlarını sürekli kılma” yolunu bulmuşlardır?

Gramsci bunu HEGEMONYA kavramı ile açıklar. Yani, yönetilenler, “egemenlerin hükmetme hakkını doğal ve meşru görür”. Böyle görmesi sağlanır. Gramsci, “tıpkı efendisinin sözünden çıkmayı hayatın doğal akışına aykırı bir davranış olarak gören bir eski zaman kölesi gibi” der.

Bu uzun girizgahın nedeni şu: Türkiye, demokratik devlet kavramından giderek fersah fersah uzaklaşıyor. Baskıcı devletin 21. Yüzyıl örneği oluyor. Erdoğan hegemonyası, yoğun / karanlık bir sis gibi üzerimize çöküyor.

Bugünü artık, Max Weber’in devlet tanımı anlatıyor: MEŞRU ŞİDDET KULLANMA ARACI.

Öyle ya! Milyonlarca gönüllü köle, devletin şiddet kullanmasını meşru görmüyor mu! Öldürülen çocuklar karşısında bile dut yemiş bülbüle dönmüyor mu!

Evlatlarımız polis kurşunuyla, gaz fişeğiyle, dayağıyla öldürülüyor.. Katilleri saklanıyor ya da “iyi hallerden” ceza indirimleri alıyor.. Ve bu ülkede kıyamet kopmuyor. Bırakın İçişleri Bakanlarını, emniyet müdürleri istifa etmiyor. Ettirilmiyor.

Üstelik, DEVLETİN SAHİBİ RTE bunlarla da yetinmiyor. Daha ağır, daha sıkı, daha baskıcı yasalar ve uygulamalar talep ediyor. Onun talebi, emir sayılır malûm. Yasalar birer birer çıktı, çıkıyor.

Zeliha, Kastamonu’da hamallık yaparak üç beş kuruş kazanmaya çalışan bir baba ile “ev kadını” annenin ilk ve tek çocuğu. Açlıktan, yetersiz beslenmeden annenin sütü gelmemiş. Baba eve ekmek getirememiş. “Bari karnı doysun” diye Zeliha’yı yetiştirme yurduna vermişler. Şimdi haftada bir gidip görüyor, özlem gideriyorlarmış.

Hadi baştaki soruyu yine soralım: Devlet hangi ihtiyaçtan doğmuştur, hangi ihtiyaca yanıt vermelidir!

Zeliha’nın babasına iş bulamayan, annesini “ev kadını” diye -milyonlarca kadın gibi- çalışma hayatından uzak tutan devletin adresi neresidir? Türkiye’nin en pahalı binası Beştepe Sarayı mı? O devletin sahibi kimdir? Saray’da oturup ulufe dağıtan… Somali’yi yardımlar / bir yerlere silahlar / eski dostlara maden ocağı ruhsatları gitsin diye talimatlar yağdıran.. O malûm şahıs / şahıslar mıdır?

Eğer öyleyse, Zelihacığın sahibi kimdir?

 

Çocuğunu yetiştirme yurduna veren anne bebeği ile hasret giderdi

***

 

Çok ayıp Sedef!

Sedef Kabaş’ı tanıyorsunuz. Son zamanlarda başına gelenleri de biliyorsunuz. 17 Aralık konusunda Twitter mesajları yüzünden gözaltına alındı. Şimdi de 5 yıl hapis istemiyle yargılanıyor. Ali İsmail Korkmaz’ı öldüren polisin 10 yıl ceza aldığı bir hukuk sisteminde, 5 yıl çok gibi görünebilir. Ama, Sedef hak etmiş doğrusu.

Savcı da bu kanaatte olmalı ki, Sedef için BİR CEZA DAHA talep etmiş. 1 yıl 8 aydan 5 yıl 4 aya kadar hapisle cezalandırılmasını istemiş.

Neden mi?

Çünkü Sedef, evine gelen POLİSLERİ KAPIDA BEKLETMİŞ. KAPIYI ÜZERLERİNE KAPAMIŞ.

Düşünebiliyor musunuz! Polisleri (yani devleti) kapının önünde bek-let-miş! Çok ayıp Sedef. Hatta “ayıp” sözcüğü hafif kalıyor. Vahşet!!!

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nda görevli Başsavcı Vekili Vedat Yiğit, olan biteni duyunca “OH MY GOD” demiş mi, bilmiyorum. Ama derhal harekete geçtiği ve böyle korkunç bir suçun cezasız kalmaması için kolları sıvadığı açık.

Kolları sıvamış.. Ve polisleri kapıda bekletmek suretiyle “görevi yaptırmamak için direnme” suçundan iddianamesini hazırlamış.

İçim rahatladı. Sayesinde memleket kurtulmuş.

 Namussuz! Haysiyetsiz! Şerefsiz! Vicdansız!

Başlık, bana ait değil. Sevgili Emre Kongar’ın dünkü Cumhuriyet’te yer alan yazısının başlığı.

Her dem kibar Emre Kongar, son dönemde yaşananlara bakmış bakmış ve sıralamış.

İşte o yazıdan bir bölüm. Ve bu ifadelerin hedefleri:

“Emirle veya çıkarı için, inandığının tersine oy veren politikacı...
Emirle veya çıkarı için, suç olduğuna inanmadığı halde, dava açan, gerekmediği halde tutuklama isteyen ve yapan, insanları haksız yere hapse atan, cezalandıran, özgürlüklerinden mahrum
eden adalet mensubu... Emirle veya çıkarı için, gerçeklere
aykırı yalan haber yazan, manşet atan, yorum yapan, insanların kişiliklerini haksız yere karalayan, efendilerini göklere çıkaran medya mensubu...
Namussuzdur!
Haysiyetsizdir!
Şerefsizdir!
Vicdansızdır!”

 
***

Nefessiz Kalmak...

Twitter’da “EYLÜL” kullanıcı adıyla Medya Mahallesi programına gönderilen bir mesaj:

“Bu kadar güzel bir ülkede insan bu kadar nefessiz kalabilir mi!”

Önceki ve Sonraki Yazılar