Muhafazakar Demokrasiden İslami Demokrasiye

AKP iktidara geldikten sonra başta Erdoğan olmak üzere parti yöneticilerinin en önemli iddiası “Milli Görüş gömleğini çıkarmış olmak”tı. Böylelikle AKP’liler kendilerinin “İslamcı” olarak adlandırmalarına itiraz etmiş oluyorlardı.
Telaffuz edilen yeni kavram ise “muhafazakâr demokrasi”ydi. AKP’liler partinin ideolojisinin “muhafazakâr demokrasi”, kendilerinin ise “muhafazakâr demokrat” olduğunu söylüyorlardı. Hatta Yalçın Akdoğan “Muhafazakâr Demokrasi” isimli bir kitap dahi yazmıştı.

Muhafazakâr demokrat kavramı aslında Avrupa ülkelerindeki “Hıristiyan Demokrat” partilere bir göndermeydi; ancak “Müslüman demokrat” yerine “muhafazakâr demokrat” uygun bulunmuştu.
Peki muhafazakarlıkla demokrasi kavramlarını tek bir kavram halinde sentezlemek ne kadar mümkündü?
Doğaları gereği bu iki kavramın yan yana gelmesinin imkânsız olduğu aslında bilinmekteydi. Muhafazakârlık Fransız Devrimi’ne tepki olarak ortaya çıkmış; din, gelenek, aile gibi değerlerin muhafaza edilmesini talep eden, hiyerarşi ve eşitsizliğin insan doğasının gereği olduğunu düşünen bir ideolojiydi.

Demokrasi ise Antik Yunan’dan itibaren her zaman eşitlikçi bir anlayışı temsil etmiş, modern zamanlarda ise halkın siyasal yaşama katılımının ve kanun önünde eşitliğin simgesi olmuştu.
Muhafazakârlar demokrasiye her zaman şüpheyle baktılar ve demokrasi mücadelelerinin yanında yer almadılar; onlar için önemli olan devletin ve düzenin bekçiliğiydi.
Dolayısıyla bu iki kavramın yan yana gelmesi varoluşsal olarak en başından beri imkânsızdı; çünkü aslında birbirlerine karşı konumlanmışlardı.

Peki AKP, “muhafazakar demokrat” bir parti değilse, aslında neydi?
AKP, özellikle 1970’lerden itibaren ortaya çıkan neo-liberalizmle neo-muhafazakârlığı sentezleyen bir hareketti. Yani iktisadi alanda piyasa ekonomisini, toplumsal ve siyasal yaşayışta ise dinselleşmeyi savunup buna uygun adımlar atan bir partiydi.
Peki ya demokrasi?

Demokrasi tüm bu süreçte, Erdoğan’ın veciz ifadesiyle, zamanı geldiğinde inilmesi gereken bir “tramvay”dı.
Özellikle devletin ele geçirilmesi mücadelesinde, AB üyelik sürecinin de rüzgârıyla ardı ardında “demokratikleşme” yasaları çıkarıldı ve AKP’nin hükümet olmaktan devlet olmaya doğru giden değişimi, yani bir tek parti rejiminin ortaya çıkışı, son derece ironik bir şekilde, “demokratikleşme” aracılığıyla mümkün oldu.
Devlet içerisindeki tasfiyeler gerçekleştikten, bütün önemli makam ve mevkilere yerleşildikten ve 2010 referandumuyla yargı bütünüyle ele geçirildikten sonra “demokratikleşme” yerini “muhafazakâr otoriterleşme”ye bıraktı, tek parti ve tek adam rejiminin inşası gözle görünür hale geldi.

Kırılma noktası ise elbette ki Haziranda yaşadığımız siyasal/toplumsal deprem, yani Gezi Direnişiydi. Gezi, bir iktidarın, kendi bekasını tehdit altında hissettiğinde, hukuku nasıl askıya alabildiğini, insan hak ve özgürlüklerini nasıl kolaylıkla göz ardı edebildiğini ve anında bir polis devletine dönüşebildiğini çok açık bir şekilde gösterdi.
Bu beka kaygısının yarattığı paranoya ve panik hali ise iktidarın otoriter muhafazakârlaşmaya dayalı toplumsal mühendislik projesine ivme kazandırmasını beraberinde getirdi. Tam da bu nedenle geldiğimiz nokta, gençlerin aynı evlerde “kızlı erkekli” bir arada yaşayamayacaklarına dair “padişah fermanı” oldu, otoriterleşme aşamasından topyekûn kontrol, yani totaliterleşme aşamasında geçildi.

“Muhafazakâr demokrasi” bir imkânsızlığa işaret ediyordu, şimdi onu da geride bırakan başka bir imkânsızlık, hatta saçmalık aşamasındayız: “İslami demokrasi” aşaması!

Önceki ve Sonraki Yazılar