‘DİLİMİN SINIRLARI, DÜNYAMIN SINIRLARIDIR’…

Avusturyalı Filozof Wittgenstein’ın o ünlü ifadesi…

Bir dili doğru ve zengin biçimde kullanmanın önemini yalnızca dört kelimeyle kapsamlı biçimde anlatır.

‘Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır’…

Üzerine tez bile yazılır…

Bizi biz yapan her ne varsa dil üzerinden biçimlenir…

Yalnızca dış dünyayla kurduğumuz iletişim değil, iç dünyamızla yani kendimizle kurduğumuz iletişim de dile bağlıdır.

O yüzden dilimizin sınırları, düş dünyamızın da sınırlarını belirler.

Bu kısa girişten sonra asıl meseleye gelelim artık…

Nedir bizim kendi dilimizle alıp veremediğimiz merak ediyorum!

Güzel Türkçe konuşanlar dışlanıyor mu mesela?

Büyük büyük plazalarda ya da kendisini ‘kurumsal’ olarak tanımlayan büyük şirketlerde çalışmanın koşulu, içerisine mutlaka İngilizce kelimeler monte edilen ‘bozuk’ bir Türkçe kullanmak mı?

Şüphesiz yaşadığımız dil deformasyonunun pek çok sebebi var. Benim aklıma gelen güncel nedenler şöyle;

Bir, özellikle sosyal medya kullanımının yaygınlaşmasıyla tamamen ‘imajlar’ dünyasına gömüldük. ‘Yazılı kültür’ miladını doldurdu. ‘Görsel kültürün’ zirvesini yaşıyoruz.

Sen sus sosyal medyan konuşsun’ dönemi başladı. ‘İmajların’ dile gelmesiyle, yazının önemi kalmadı. Gündelik hayatın yüzeysel konuşmaları ‘mesaj diliyle’ geçiştirilir hale geldi.

İki, gençler arasında kitap okumak giderek tarihe karışıyor. Tabi burada ağırlıklı olarak Türkiye özelinde konuşuyorum.

Düşünsenize özgeçmişinde hobilerim bölümüne ‘kitap okumak’ yazan bir nesilden bahsediyoruz!

Hobi kıvamında kitap okumak! İnanın başka ülkede göremezsiniz…

Ben insan kaynakları uzmanı olsam bu kişileri koşulsuz elerim. Okumayan ne yazabilir, ne etkili biçimde iletişim kurabilir, ne de kendini ifade edebilir.

Belki de ülke olarak iletişim kuramamamızın temel nedenlerinden biri okuma eksikliğidir!

2021 yılı verilerine göre okuma alışkanlığında dünyada 180 ülke arasında 140’ıncı sıradayız.

2006 yılında 86’ıncı sıradaydık!

Bu arada okuma tercihlerimizi de ‘moda’ belirliyor. Yani tercihlerimizi ‘en çok satanlar’ listeleri üzerinden şekillendiriyoruz.

Sıkı durun şimdi…

Pandemi ve beraberinde gelen ‘tam kapanma’ sürecine rağmen, 2020 yılı verilerine göre Türkiye’de kitap OKUMAYANLARIN oranı yüzde 59.1; vaktinin çoğunu sosyal medya platformlarına ayıranların oranıysa yüzde 91.2…

Başka bir perspektiften bakarsak, Şeyma Subaşı’nın bile ‘yazar’ olduğu ülkede neredeyse kimse ‘okur’ değil!

Üç, izleyiciye şirin görüneyim derken bazı markalar giderek gülünç hale gelmeye başladı.

Bülent Börek reklamına mutlaka denk gelmişsinizdir. Sözüm ona ‘plaza dili’ kullanılan reklamında ‘meetingler set ediliyor’!

Doğrudan gençlere hitap eden reklamlardaysa durum çok daha vahim…

Türkçe demeye bin şahit gerektiren ifade biçimleriyle ‘biz sizin dilinizi konuşuyoruz’ kisvesi altında Türkçe alenen katlediliyor.

Ve sonuç…

Ne düşündüğünü, nasıl hissettiğini, neye üzüldüğünü, neden mutlu olduğunu kimseye ifade edemeyen bir nesil gümbür gümbür geliyor.

Kendini doğru ifade edemeyen ne söyleneni doğru anlamlandırabiliyor ne de duyduklarına eleştirel bakma kabiliyeti geliştirebiliyor.

Düşünsenize, Türkiye’de ortalama bir insan en iyimser bakışla ömrünü yalnızca 400 kelime kullanarak geçiriyor. Sonra herkes ‘kimsenin kendisini anlamamasından’ şikayet ediyor.

Hemen belirteyim. Bu konuda iyimser olabilmek mümkün değil.

En az bir nesli kesin olarak kaybettik. Ama bundan sonraki nesli kurtarma şansımız hala var.

O yüzden telefonları, tabletleri, bilgisayarları atın bir kenara!

Çocuklarınızın eline NİTELİKLİ KİTAPLAR verin çünkü eğer okuma çocuklara küçük yaşlarda ‘alışkanlık’ olarak kazandırılmazsa, büyüyünce ancak özgeçmişlerinde ‘hobi’ olarak yer alacak.

Farklı bir ifadeyle gelecek nesiller görsel kültürün kolaycılığına, kalıp yargılarına ve daha da önemlisi ‘pasif izleyiciliğe’ kurban edilecek.

Önceki ve Sonraki Yazılar