BU ÜLKEDE EVRENSEL HUKUK KURALLARI GELİŞ-E-MEZ; NEDENLERİ -1-

Geçen hafta yazımızı şu cümleyle; ülkemizde evrensel hukuk kurallarının tam olarak uygulandığı bir dönemi görmedim, bilmem siz gördünüz mü? Bundan sonra da evrensel hukuk kurallarının geçerli olduğu bir hukuk devleti göreceğimi de zannetmiyorum, bitirmiştik.

Evet, maalesef böyle, bu ülkede hatta bulunduğumuz coğrafyada, Evrensel Hukuk ilkeleri Anayasalara yazılır, oylanır, kabul edilir, Hukuk Fakültelerinde okunur, okutulur, zaman zamanda yargı makamlarınca kısmi olarak uygulandığı görülür, içtihatlar oluşur, ancak bir müddet sonra aynı hukuk kuralları ihlal edilir, ihlalleri bizzat yargı makamları şu veya bu sebeple yapar, yeri gelir olağandışı dönem denir, güvenlik ve terörle mücadele hukuk dışılığı gerektiriyor denir, yeri gelir bireysel veya siyaseten geçmişle hesaplaşma ve intikam hisleri devreye girer,  toplum bunu bizden bekliyor denir, ve sonuçta, evrensel hukuk ilkeleri kalıcı bir şekilde uygulanamaz ve tekrar başladığımız yere döneriz.  Delili ne derseniz, Türkiye’nin Hukuk tarihi derim.  Yakın tarihten örnek vermeye gerek yok, zira o kadar çok ki, artık Yargıtay Başkanları bile çıkıp “yurt içinde ve yurt dışında hukuka güven istatistikleri çok düşük, her geçen gün daha da kötüye gidiyoruz” diyor, bizler de zaten yaşayarak haberdar oluyoruz. 

Ülkemizde Evrensel Hukuk ilkeleri Tanzimat Fermanıyla kayıtlara girmiş, Meşrutiyet Döneminde Kanuni Esasi, Cumhuriyet Döneminde 1921 ve 1924 Anayasalarıyla belli ölçülerde, 1960 ve1982 Anayasalarında daha geniş bir şekilde yer almış, zaman zaman Anayasa ve yasalarda yapılan değişikliklerle günümüze kadar gelmiştir.

Geçen yazılarımızda Evrensel Hukuk ilkelerini yazmıştık, bunları sağlayacak mekanizmalar ise kuvvetler ayrılığı, bağımsız ve tarafsız yargı ve hakimlik teminatıdır. 

Kuvvetler Ayrılığı ilk defa 1876 Kanuni Esasi’de yer almıştır. Yürütme, yasama ve yargı yetkilerinin ayrılması ve her yetkinin özel bir kurula bırakılması fikrinden hareketle yürütme yetkisi başta Padişah olmak üzere Vekiller Heyetine, yasama yetkisi ise iki Meclisten oluşan Meclisi Umumi’ye, yargı yetkisi de bağımsız mahkemelere verilmiştir. 1921 Anayasa’sında ise kuvvetler ayrılığı terkedilmiş, kuvvetler birliği ilkesi getirilmiştir. Madde aynen şöyledir. “Ankara’da salahiyeti fevkaladeye malik bir Meclis, umuru milleti tedvir ve murakabe etmek üzere içtima edecektir” Yani, artık yasama, yargı ve yürütme TBMM tarafından icra edilecektir.  Diyelim ki, 1921 şartları Kurtuluş Savaşı yılları idi, ancak 1924 Anayasasında da kuvvetler ayrılığı yoktur, sadece “yargı yetkisi millet adına usulü ve kanunu dairesinde bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır” denmiştir.  Hatta 1924 Anayasası TBMM de tartışmaya açılırken, kuvvetler ayrılığına açıkça karşı çıkılmıştır. Kuvvetler Ayrılığı, 1961 Anayasası ile metinlere girmiştir, 1982 Anayasasında daha da geliştirilmiştir. Ne gariptir ki, 1961 ve 1982 Anayasalarının askeri vesayet altında hazırlandığı ve kabul edildiği şeklindeki doğru kabullere rağmen, 2010 ve 2017 Anayasa Değişiklikleriyle kuvvetler ayrılığı prensibinin alanı daraltılmış, özellikle de üst yargıya atanma şekli ve nitelikleriyle yeniden Kuvvetler Birliğine gidildiği yönünde haklı eleştiriler devam etmiştir, halen de devam etmektedir. Gerekçesi ise yine hep bilindik konu, ülke olağanüstü dönemlerden geçmektedir.

Sanki Evrensel Hukuk ilkeleri olağanüstü dönemlerde geçerli olamaz diye insanlık tarihinde yaşanmış uygulamalı genel geçer bir hüküm vardır bu ülkenin zihin kodlarında. Sadece kuvvetler ayrılığının kuvvetler birliğine dönüşmesi olsa, başka alanlarda da bir ileri iki geri gitmeler yaşanmıştır. İşte masumiyet karinesinde, yasaların geriye yürümesi örneklerinde yaşananlar.

Hatırlayalım, 1960 ihtilali olmuş, DP’li bakanlar, başbakan, milletvekilleri gözaltına alınmış, birkaç gün sonra bazı milletvekilleri serbest bırakılınca anlı şanlı hukuk profesörleri “Bunların hepsi suçludur, siz niye darbe yaptınız o halde” demişler ve tekrar tutuklamalar olmuştur. Kimdir bu profesörler; S.Sami Onar, H.Veldet Velidedeoğlu, H.Nail Kubalı ve Muammer Aksoy. Ne hazin değil mi, Hukukçular masumiyet karinesini bilmiyorlar mıydı, yargılanmadan hüküm giyilmez olduğunu, üniversitelerde öğrencilere Hukuka Giriş dersini okutmadılar mı?  Hadi diyelim ki, masum değiller, hangi mahkeme yargılama yapacaktı?. Yassıada Mahkemesi ne için kurulmuştu. Hakimlik teminatı prensibi ne olacaktı? Hiç mi karşı çıkan yoktu, elbette vardı, Prof. Tahir Taner, ama tek başınaydı, hukukçular toplum olamamıştı. Diğerleri büyük bir coşku ve iştahla hukuk ihlalinin altına imza koymuşlardı. Neden?  Başkaları da vardı, Yüksek Adalet Divanı başkanlığını Yargıtay Başkanı Recai Seçkin reddetti, ama Salim Başol kabul etti. Tarihe geçen mahkeme zabıt kaydı kendisine aitti. “Sizi Yassıada’ya tıkayan kuvvet böyle istiyor”.

Sonuç ne mi oldu? TCK 146’ıncı maddesine bir ekleme yapıldı, fer ’an iştirak diye, yani suça iştirak diye. Geçmişe yürütülen ceza hukuku maddesiyle evrensel hukuk çiğnendi, hukuk devleti rafa kalktı. 18 hukuk profesörü bu maddeye imza koymuştu. Ebetteki, karşılığını almışlardı, Salim Başol Anayasa mahkemesi üyesi oldu. Diğerleri de uygun görevlere geleceklerdi.  

Bugün de değişen pek fazla bir şey yok.  Bugün yakın dönemde siyasi nitelikteki davalarda pek çok tartışmalı karara imza atan hatta Enis Berberoğlu hakkındaki Anayasa Mahkemesi kararını tanımayan bir yargıç A.Gürlek Bakan Yardımcısı oldu.  Benzer şekilde bir yıl önce bir başkası Anayasa Mahkemesi üyesi yapılmıştı. 

Sevgili okurlar, söylemeye gerek var mı, bu ülkenin insanının zihin kodlarını çözmek çok kolay değil mi; ideoloji, siyaset, tarafgirlik, korku, makam arzusu vb. bırakın siyasetçileri, normal vatandaşları, bizzat hukuk adamlarınca evrensel hukuk kuralları ihlal ediliyorsa ve bu gerçekler günümüzde hala tüm yalınlığı ile yaşanıyorsa demek ki sorun çok derinlerde.

Yukarıdaki örnekler az çok nedenleri açıklıyor. Sıralamak gerekirse, kişisel düşüncelerim şunlardır. Bir sonraki yazıda buluşmak ümidiyle..

Önceki ve Sonraki Yazılar