Hamdi Topcuoğlu

Hamdi Topcuoğlu

OT

Bir şeyi beğendik mi doğadaki bir bitkiyi ya da hayvanı kullanıp onu yüceltiyor: gül gibi, aslan gibi, zeytin gözlüm, güvercinim… diyoruz. Beğenmedik mi de yine aynı yöntemle çıkıveriyoruz işin içinden: kabak gibi, tilki, hıyar, yılan…

Çocuklarımıza nergisi, defneyi, laleyi, papatyayı, kardeleni… ad olarak seçiyoruz da ayrığı, kekiği, ısırganı, seçmiyoruz. Oysa onlar da ot. Dahası, birilerinin yaşamını renksiz mi bulduk; "ot gibi" deyiveriyoruz ona. 

Varsın beslenme uzmanı Osman Nuri Koçtürk, az gelişmiş toplumları otoburlar, gelişmiş toplumları da etoburlar olarak nitelesin. Biz Egelilerin:

- Baba, bahçemize bir inekle bir Giritli girmiş. Ne yapayım, diye soran çocuğa: 

- İneği bırak, otlasın. Karnı doyunca gider. Giritliyi ise hemen kov. Yoksa bahçede ot kalmaz, diyen baba fıkrasındaki kadar olmasa da ot düşkünü olduğumuz herkesçe bilinir. 

Ot, hem derman, hem doyurandır buralarda. Biz, iki de bir başkasına el açan, yokluktan yakınan birine:

"Dağın ( zeytinin) yağını sık, ovanın otunu kaz; kavur da ye!" deriz. 

Bu, doğanın her koşulda bize yaşama olanağı sunduğunun, kişinin yaşamak için çaba harcaması gerektiğinin güzel bir anlatımıdır. Belki de bu yüzden lise yıllarında Mehmet Emin Yurdakul'un gençliğe adadığı Anadolu şiirinde:

"- Ne o bacı?

- Ot yiyoruz, n'olacak!..

- Tarlan yok mu?

- Ne öküz var, ne toprak..." 

dizelerini okuduğumda küçük bir şaşkınlık yaşamıştım.

Otlar, "bir mevsimin hatırı için üç mevsimin kahrını çeken" doğa çilekeşleri. "Birçokları ağaçların heybetine övgüler düzerken otlara bastıklarını fark etmiyor, yanık yerde önce otların yeşerdiğini, akıllarına bile getirmiyor." 

Biri bize çok zor bir iş mi gördürdü. Sözümüz hazır: " Ot yoldurdu". Aslında ot yolmak pek de öyle zor bir iş değil ki. "Kök söktürdü" desek neyse. Zavallı otların kökleri toprağın olsa olsa beş altı cm. derininde. 

Seviyorum otları. Farklılıkların uyumu var onların dünyasında. Kıskanmak yok, ayrımcılık yok sözlüklerinde. Kelebek, arı, sinek, kuş… bakmıyorlar ballarını toplamaya gelenlerin kimliklerine. Hatta kendilerini dişleyen koyuna, keçiye, ineğe öküze de kızmıyorlar. Biliyorlar ki kökleri yerde. Bir sonraki seneye dek bekleyecekler. Doyurduklarının gübreleriyle beslenen toprağın seneye kendilerini daha güçlü olarak bahara hazırlayacağından eminler. 

İnsanoğlu kentler kuruyor. Kentlerini parklarla; parkları da çiçeklerle donatıyor. Elbette beton yığını kentlerden daha güzel bu kentler. Bu kentleri çok sevsem de kırların yüreğimdeki yeri başka. 


Köylü çocuğu olmama karşın ne yazık ki adını söyleyebildiğim ot sayısı onu - on beşi geçmez: Çobançantası, iğnelik, ebegümeci, hardal, gelincik, tarhanalık… 

Adlandırma bir gereksinim. Adlandırma olmasa bir şeyi ötekinden nasıl ayırırız? Ağaçlara, kuşlara, balıklara; kullandığımız araç gerece ad veriyoruz da otlara sarı ot, mor ot deyip geçiveriyoruz. Ot sözlüğümüz yok bizim.

"Ağılda oğlak doğsa ovada otu biter" dediğimiz bu coğrafyada bazıları Anadolu insanının dilinin yoksulluğunu ileri sürebiliyorsa suçlu "Bastığı yerde ot bitmez" dediklerimizdir. Böylesi zengin bir doğada dil yoksulsa suçluları uzaklarda aramamak gerek. 

Ot, deyip geçiveriyoruz. Oysa yarayan yaramayan, güzel çirkin ayrımı yapmamalı, hiçbir otun yok olmasına göz yummamalıyız. Otsuz, ağaçsız; kuşsuz, böceksiz bir dünyanın ölü gezegenlerden ne farkı kalır ki? 
 

Önceki ve Sonraki Yazılar