İbrahim Aktaş

İbrahim Aktaş

Seher

“Soğuk su, buz gibi soğuk suuuuu…”

Şimdilerde, yerinde çok katlı pazar olan bir pazaryerinin, seksenli yılların ortalarındaki, üzeri açık ve katsız, sadece zeminden ibaret olan halinde, elimde beş litrelik bir su bidonu… Avazım çıktığı kadar bağırıyorum, üzerimde kısa pantolonum, bir de tişört… Bidonu tuttuğum omzum, haliyle aşağıda biraz diğerine göre…

Bidon da harbi bidon, şimdiki gibi marketlerdeki beş litreliklerden değil! Daha çok kolonya bidonlarını andırıyor. Hatta kapağının rengi sarı… Evimizdeki boşlardan biri… Ama annem ya da babam ne amaçla almışlar eve bilemiyorum ya da şimdi hatırlamıyorum. Benim için temiz ve boş olması önemliydi ki, akşamdan buzdolabına sıkıştırıp, ertesi günü pazara gideceğim. Tüm bidonu satarsam, yaklaşık altmış beş lira kazanıyorum; bardağı iki buçuk lira…

seher1.jpg

Bardak mı? Bugünkü gibi karton ya da plastik hak getire! Bildiğiniz metal bardak da diğer elimde… “Soğuk su, buz gibi soğuk suuuuu…” bağırıyorum tezgâhların arasında yaz sıcağında… Bir bidon su satsam, hafızam beni yanıltmıyorsa bir ekmek parası yapacak ki, ekmeğin fiyatı o yıllarda elli lira gibi… Su da Allah’ın suyu işte; mutfağımızın çeşmesinden doldurmuşum iki bidon suyu… Biri bitince, diğerini alacağım ve tekrar pazarın yolunu tutacağım.

Sonra, her yıl Ramazan aylarında, evimizin karşısındaki ekmek fırınından mis kokan Ramazan pidelerini tepsiye dizer ve çapı bence minicik olan esmer kafama koyar, iftar vaktine, ezan okunana dek satardım. Hesabı da, Ramazan ayının sonunda, komşumuz olan fırıncı amca ile yapar, hatırı sayılır bir kâr elde ederdim. Çocuk aklı işte; sonraları öğrendim ki, babam da, para eklermiş o paraya…

Bazı sabahlar, aynı tepsi gevrek ile dolar, boşalırdı ve yine cebime giren liralar…

İzmir’in, o senelerde daha da meşhur olan, alış-veriş merkezi Kemeraltı sokaklarının dili ve hafızası olsa da anlatsa; bayramlardan önceki arife dâhil birkaç gün çorap satmaya giderdim elimde kutularla… Anafartalar Caddesini bir ucundan, diğer ucuna dolanır dururdum. İnanılmaz kârlıydı ve sermayemin adı elbet ki, annem ve babamın bana sağladıkları kredilerdi. Fakat bu kredileri, geri istediklerini hatırlamıyorum hayatım boyunca! Hep geri ödemesiz ve hibe kredileri sağlamışlar meğerse… 

seher2.jpg

Ve en ilginç kısım, hemen her yaz tatilimde çalıştığım halde, şükürler olsun ki, ne anne-babamın, ne de ailemizin paraya ihtiyacı yoktu! Evet, bazen aklım almazdı, ebeveynlerimin beni, çalışmam hususundaki sıkıştırmalarına! Evet, evet, resmen sıkıştırıyorlardı beni; hatta kazancıma ceplerinden ilave edeceklerini bildikleri halde! Ve isteyerek!

Çocuk aklım bunu anlamadığı gibi, bir de sokakta aylaklık yapan çocukları gördükçe, daha da içlenirdim ama bir şey değişmez ve her sabahın akşamı olur, eve gelir ve yine aynı sabahı, aynı günü yaşardım. Ve elbet ki, sonraları; yaşımız büyüdükçe bazı şeyleri anlar hale gelince ve hatta baba olunca, evladı çalıştırmanın ne demek olduğunu ve ne amaç güttüğünü daha iyi anladım!

Hayatı öğrenmek, zorlukları görmek ve bir nevi aşı olmaktı bu hayata karşı! Hesabı bilmek, alın terini hissetmek, emeği ve emeğin kutsallığını anlamaktı aslında!

Eskiden çocuklar açlıktan, sefaletten değil, yaşamın bir parçasıymışçasına, mini bir eğitim için çalıştırılırlardı büyükleri tarafından…

Ah, şimdi öyle mi? 

Tele1 televizyonuna haber olan küçük Seher’in hikâyesi; içler acısı…

On bir yaşında, ağzı süt kokmalı minik bir kız çocuğu, eve ekmek götürme telaşına düşmüş. Annesine, babasına, evine yardım etmesi gerektiğini ve nasıl yardım ettiğini anlatıyor.  Çöplerden, geri dönüşüm ürünleri topluyor ve yerde yatmanın ne kadar da kendisine ağır geldiğinden bahis vuruyor şirin diliyle! O yatmak ki, sırtındaki yükten de ağır!

Özür dilerim kızım! Senden ve senin gibi olan, binlercesinden özür dilerim! Seni ve binlercenizi, bu durumlara düşürenlerin yerine...

Önceki ve Sonraki Yazılar