Masa da masaymış ha

Akşam saatlerinde her zaman olduğu gibi Küçük Bedesten tarafından gelen gürültüler artınca, adam buzlu camlı ahşap kapıyı kapattı. Masaya anahtarları koydu. Bakır vazoya çiçekleri koydu. Adam masaya ışık da koyacaktı ama koyamadı çünkü çarşının iyice derinlerindeki bu küçük dükkana gün ışığı pek girmiyordu. Önemsemedi. Onun yerine yaşama sevincini masaya koydu adam. Tabii kimi sevip kimi sevmediğini koymayı da ihmal etmedi. Adam masaya uykusunu ve uyanıklığını, açlığını ve tokluğunu koydu. Bu kadar yüke bana mısın demeyen masayı alıcı gözüyle iyice bir süzdü. ‘Masa da masaymış ha’ diye geçirdi içinden.

Sonra adam dükkanın girişinden biraz içerlek kalan deri koltuğa oturdu. Duvardaki Halı Taciri tablosunun tıpkıbasımına baktı. Osman Hamdi Bey’in bir ağaca asılmış olarak resmettiği halıyı inceledi. Bu dükkanı henüz babası çalıştırırken ve çocukluğundan beri buraya gidip gelirken, hep o duvarda asılı duran tabloya her bakışında yepyeni ayrıntılar bulup çıkarmasına bir kez daha şaşırdı.

Kırmızı zemin üzerine çift mihrap nişi içerisindeki iri kanatlı hayvanlara bunca zaman baktıktan sonra, kanatların ucuna işlenmiş sümbül çiçekleri bulunduğunu yeni fark ediyordu mesela. Sonra bakışlarını dükkanın her yanını kaplamış gerçek halılara kaydırdı. Acem düğümlü Kaşkay halıları, Yağcıbedir, Azeri, Demirci ve Gördes halıları. Ada Milas, Cıngıllı, Gemisuyu, Elikoynunda kilimleri… Halı ipliklerinin renklerini veren boyaların çıkarıldığı somak, sarıkız otu, mazı ve basama otu. Bunları isimlendirmek için kullanılan yüzlerce, binlerce sözcük. Şu küçücük dükkanda bile havada uçuşan sürüyle sözcük. “Şu kelimeler olmasa ne yapardık” diye düşündü adam ve bütün bu kelimeleri de masaya koydu.

Adamın ismi Edip Cansever’di. Şairdi. Kapalıçarşı’da babasından kalma halı ve antika eşya satılan dükkanda oturmuş, kafasında uçuşan yüzlerce sözcüğü diğer bir sürü küçük şeyle birlikte ha babam masaya koyuyordu…

O’nun ölüm yıldönümü olan 28 Mayıs’da, İstanbul’da kapalı bir havada Kapalıçarşı’da bunları düşünerek avarece dolaştım biraz. Çarşı’ya Fesçiler Kapısı’ndan girdim, Kalpakçılar Caddesi’nden saptım ve Feraceciler sokakta, yıllardır işlettiği halı dükkanının yakınlarında Cansever’i aradım. Yoktu.

Yerçekimli Karanfil, Çağrılmayan Yakup, Masa da Masaymış Ha, Umutsuzlar Parkı, Ben Ruhi Bey Nasılım? Sonrası Kalır, Oteller Kenti ve Gül Dönüyor Avuçlarımda şiirlerini yazan Edip Cansever, 1976 yılına kadar işlettiği bu halı mağazasında hep şiirle geçirdi günlerini. 

Kendini bildi bileli şiirle uğraşıyordu. Bu uğraşı sadece şiir yazmaktan ibaret de değildi. O, şiirin ne olduğundan daha çok ne olmadığını anlamaya, gelecekte şiir denen bir edebiyat türünün var olup olmayacağını kestirmeye, binlerce yıldır yazıla gelen binlerce ‘şiirin’ hakikaten şiir sıfatı taşıyıp taşımadığını öğrenmeye ve bu konuda genel geçer bir yargıya varmaya da çalıştı. Eski zaman simyacılarının sihirli taşı aramaları gibi o da neyin şiir olup neyin olmadığını şıpınişi belli edecek bir mihenk taşı aradı.

Baktı bunca mücadeleye yeterince zaman bulamıyor, tuttu Kapalıçarşıda’ki dükkanın anahtarlarını koydu masaya. 1976’da dükkanla, ticaretle her türlü ilişkisini kesti ve enlemini, boylamını, kerteriz noktalarını, yıldız, poyraz ve keşişleme rüzgarlarını, siklon ve anti siklonlarını, tekmil muson ve alizelerini kafasında enikonu belirlediği şiir okyanusuna yelken bastı.

Şiir yazdı. Şiir üzerine yazdı. Eleştiri yazdı, eleştirilere cevap yazdı. Her iyi şair, her has edebiyatçı gibi, kendine güven konusunda başı göklerdeydi. “Benden veya benim kuşağımdan önce yazılmış şiirleri kendi değerleriyle baş başa bırakarak araya kesin bir çizgi çizdiğime inanıyorum” diye yazmaktan çekinmedi. Sait Faik' in öykülerinde ne kadar şiir varsa, kendi şiirlerinde de o kadar öykü olduğunu iddia etti. Gerçekten de şiirlerinin çoğu öykü gibiydi.

Kurbağalara bakan, kendisine hiç seslenilmeyen, hiç çağrılmayan Yakup’un hikayesini şiirle yazdı. Elden ele verilerek sevdaları büyüten karanfil hikayeleri yazdı. Kendisine kan sesli mendiller gösterilen Ahmet Abi’yi yazdı. Masaya biranın dökülüşünü de koyan adam ile masanın öyküsünü yazdı. Ruhi Bey’in nasıl olduğunun öyküsünü de yazdı.

Nedir, Cansever’i kimse tam olarak anlayamadı ve anlatmadı. Adam masaya neleri niçin koydu bunu da kimsecikler anlatmadı. Oysa adam bütün şairler gibi yalnızdı ve yalnızlığı şiir yazarken takındığı ciddiyetin tıpkısı bir katılıkla sürdürüyordu

Telefonda kuş sesleri duyuyordu, istemeden kırılıyordu ve bu dünyada çekingen olmanın çok iyi bir şey olduğuna da inanıyordu. Aslında kimsesizliği iş edinmişti. Yalnızlığın bir tecrit, E tipi bir müteferrika değil, insanın kendini sorgulama zamanı olduğunu da iyi biliyordu. Edip Cansever yalnızlığını ve henüz başlangıç aşamasında bulunan nahif nihilizmini de koydu masaya. Masa da insanlar da bana mısın demedi.

Şiirdi, düşünceydi, soruydu, cevaptı derken durmadan yazdı. Cemal Süreya’nın dediği gibi, yeşil ipek gömleğinin yakası büyük zamana düşen Edip Cansever, belki de “fazla şiirden öldü”…

Önceki ve Sonraki Yazılar