Leyla Emeç Tavşanoğlu

Leyla Emeç Tavşanoğlu

Gazetecinin suçu ne?

Haber gündeme bomba gibi düştü. Sözcü gazetesini Fethullah Gülen terör örgütüyle ilişkilendiren davanın savcısı Asım Ekren meğer 2002’de bir kız çocuğuna cinsel istismardan şüpheli olan kişilerden haksız menfaat sağladığı için 10 ay hapis ve para cezası almış. Ama bu sayın savcı marifetleri nedeniyle ödüllendirilmiş ve başsavcılığa kadar terfi ettirilmiş. Sonra da Sözcü gazetesinin iddianamesini yazmış.

Bunları okuyan Türkiye dışında bir yabancı, “Acaba yanlış mı görüyorum? Sabıkalı bir savcı nasıl bir davanın iddianamesini hazırlar? O iddianame nasıl mahkeme tarafından kabul edilir? Bu ne biçim adalet sistemi?” diye şaşkınlıktan donup kalmaz mı? Sözcü iddianamesinin çarpıklık ve afakiliğinden söz edecek değilim. Neyin ne olduğunu artık herkes biliyor. Bu sayın savcının hazırladığı iddianame nedeniyle Fethullah örgütüyle yıllarca mücadele etmekle tanınan Sözcü gazetesinin sahibi Burak Akbay, gazetenin genel yayın müdürü ve yazarları Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanıyor. Üstelik Burak Akbay yurt dışında ve gelemiyor. Çünkü gelirse haksız biçimde tutuklanıp hapse atılacak.

Bu, işin cılkı çıkmış adalet sistemi boyutu. Bir de işin insani boyutu var. Burak Akbay’ın babası, yılların gazetecisi Ertuğrul Akbay oğlunun ve gazetesinin başına gelenlere dayanamayıp sağlığını kaybediyor. Çoklu organ yetmezliği tanısıyla tedavi altına alınıyor. Ve kurtarılamıyor. Dün vefat ettiği haberini alıyoruz.

Bu nasıl bir düzen, nasıl bir sistemdir? Bizler, bu ülkede yaşayan insanlar ne zaman bu kadar duyarsız, umursamaz olduk? Sadece birilerinin kurduğu düzen tıkır tıkır işlesin diye daha ne kadar canlar kaybedeceğiz? Her işinize gelmeyeni Fethullah ya da PKK örgütü üyesi diye yaftalayıp içeri attırarak herkesi sindirmeye çalışmayı daha ne kadar sürdüreceksiniz?

Diyeceksiniz ki, insanlar adeta afyonlandı. Artık olan hiç bir şeye tepki vermiyorlar. Yıllardır böyle devam ediyor bu düzen. Gazeteciler sindirildi, işsiz bırakıldı. Düzene ayak uydurmayı reddedip bir de baş kaldıranlar terör örgütü üyeliği suçlamasıyla hapse tıkıldı. Basın ve medyanın yüzde 95’i iktidarın kontrolünde.

Geri kalan yüzde beş de soft-muhalefet peşinde. Kapalı kapılar ardında birilerine söz verip sonra muhalif yayıncılığa sıvananlardan söz bile etmeyeceğim.

Bu hafta bizim artık kalmayan sektörde içimi acıtan bir başka olay da Hürriyet okur temsilcisi Faruk Bildirici’nin görevine son verilmesi oldu. Bir zamanlar basının amiral gemisi olan Hürriyet ve Doğan Grubu bünyesindeki gazete, dergi, ve televizyonların Demirören Grubu’na metazori satışı sonrasında bu yayın organlarının ne kadar itibar kaybettiğini hepimiz biliyoruz. Hatta Hürriyet gazetesinin gerçek tirajını köşesinde yazdığı için bir yazarın yazılarına son verildi.

Son darbe ise Faruk Bildirici kardeşimizin gönderilmesi oldu. Şimdi bana, “Zaten okuru kalmayan bir gazetenin okur temsilcisi olsa ne olur, olmasa ne olur” diyebilirsiniz. O da doğru. Ancak şu anekdotu sizlerle paylaşmak benim için olmazsa olmaz:

Babam, Son Posta gazetesinin sahibi Selim Ragıp Emeç ve Hürriyet gazetesini 1948’de kuran rahmetli usta gazeteci Sedat Simavı muhabirlik yıllarından yakın arkadaştı. Sedat Bey daha sonra yayıncılık yapmak istemiş, ancak kurduğu dergi ve gazeteler hep kapanmak zorunda kalmıştı. Sedat Bey son olarak Hürriyet adını verdiği gazeteyi kurma çalışmaları yaparken bir gün babam Selim Ragıp’a gelmiş ve şunları söylemiş: ”Bak Selim, cebimde bir tabanca var. İçinde de tek kurşun. Hürriyet de tutmazsa o kurşunu beynime sıkacağım.”

Neyse ki böyle bir facia yaşanmasına gerek kalmamış ve hepimizin bildiği gibi Hürriyet onlarca yıl Türk basınının amiral gemisi olmuş. Mülkiyeti Simavi ailesinden çıktıktan sonra Hürriyet üzerinde ne oyunlar döndüğünü burada sayıp dökmek istemiyorum. Sizlere anlatmak istediğim ne sıkıntılar ve acılarla kurulan bir basın  organının ülkenin bir numaralı markası olmasının ardından ne hallere düşürüldüğüdür. Hani birileri zillet, zillet, diye yırtınıyor ya. Esas zillet budur!

Önceki ve Sonraki Yazılar