Coğrafya kader değildir!

“Coğrafya kaderdir” sözü siyaseti derin analiz etmek yerine kolaycılığa kaçmanın bahanesidir.

Birkaç örnekle çürüteyim bu tezi…

Makedonya’ya gidenler görmüştür, Vardar nehrinin bir yakasında Arnavutlar, öte yakada Makedonlar yaşar.

Köprünün bir tarafı ter-temiz, düzgün, gelişmiş öteki tarafı ise geri kalmış Anadolu kasabaları gibi…

Köprünün iki yakasında iki ülke var sanki…

*****

İsrail dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri ama çevresini kuşatan devletler üçüncü dünyanın gelişmemek için direnen Arap ülkeleri…

Kuzey Kore nükleer silah üretmekle övünse de Güney Kore bugün yeryüzünün en gelişmiş ülkelerinden biri değil mi?

Kuzey Kore’de insanlar açlıkla karşı kalırken, Güney dünyanın en gelişmiş ülkeleri arasına girme aşamasında…

Oysa iki ülkenin coğrafyası aynı, dilleri aynı…

Demek ki seçtikleri rejim kaderleridir, yaşadıkları topraklar değil…

*****

Bir arkadaşın anımsatması üzerine bir de yerel örnek vereyim…

Bursa’da 365 gün kirli akan Nilüfer çayı pis kokular yayarak denize ulaşıyor. Eskişehir’de ise temizlenip üzerine tekne konulan Porsuk çayının üzerinde gezinti yapılıyor.

Aynı coğrafyanın iki şehrinin iki farklı şekilde yönetilen belediyesinin çıkardığı sonuçtur bu…

****

Üniversitenin ilk yılında hocamız Ahmet Taner Kışlalı Siyaset Bilimi dersinde coğrafya siyaset ilişkisini anlatmıştı.

Sıcak ülke insanlarının tembel, soğuk ülke insanlarının daha çalışkan olduğu tezi sanırım Aristo’nundu.

Siyaset biliminin gelişmediği, dünyanın coğrafi olarak bile tam keşfedilmediği dönemde üretilmiş bir kuramdı.

****

Siyaset bilimciler demokrasinin gelişmesinde İngiltere’nin ada devleti olmasının rolü olduğunun altını çizerler.

 Evet, Magna Carta (Dünyanın ilk yazılı anayasal belgesi) 1215 yılında İngiltere’de kabul edildi ama unutmayalım ki, 1644 devrimi dahil pek çok kanlı mücadeleyle kazanıldı orada demokrasi…

****

Türkiye’ye gelince…

Deprem kuşağında bulunan bir ülke olarak, ölümü anlımıza yazmak için özel olarak seçilmiş bir halk değiliz.

Coğrafyayı kötü kader haline getiren yöneticilerdir.

11 kenti yerle bir eden deprem, çok yakında İstanbul’u vuracak ve yüz bin ölü, 100 milyar dolar zarar, yüz bin yıkılmış bina enkazı altında yeni bir kaderi yaşayacağız.

25 yıldır İstanbul’u dönüştürmeyeceğiz, sonra da çıkıp kader ağlarını ördü diyeceğiz, daha ötesi coğrafya kader deyip işin içinde çıkacağız.

****

Bu yazının dipnotu: Coğrafyanın ülkenin ve insanın kaderinde hiç rolü yoktur demiyorum kuşkusuz ama belirleyici olan etmen değildir diyorum.

KIYAMET-İ SUĞRA

Cahit Ülkü’nün yazdığı, Hürrem’in damadı, Kanuni’nin devşirme başbakanı ‘Rüstem Paşa’ adlı belgesel tarihi romanını okuyup bitirdim.

Tarihi dizilerden öğrenen bir milletin evladı olarak, sıradan bir devşirmenin Osmanlı’nın en üst makamına yükselme öyküsünü merak etmiştim.

Harika bir dil, tarihsel gerçekleri çarpıtmayan bir anlayışla yazılan romanda İkinci Beyazıt dönemine denk gelen 1509’daki ‘Küçük kıyamet’ adı verilen büyük deprem de anlatılıyor:

Osmanlı tarihinde eşi görülmemiş bu deprem İstanbul’u da harabeye çevirmişti. Geride 5 binden çok ölü, yıkılmış 109 cami ve mescit, bin 300 dükkan, kervansaray, medrese, imaret, su bendi bırakan ‘Kıyamet-i Suğra kara tarafındaki surların tamamını, denize bakanların çoğunu, Yedikule’yi taş yığını haline getirdi. Alemin göz nuru Konstantiniyye, başlıkları düşen sütunlarıyla, karpuz gibi yarılan kubbeleriyle, yerle bir olan Bizans’tan kalma çarşılarıyla şimdi yıkık dökük bir kentti. Bazı Hıristiyanlar, Ayasofya Camii’nin duvarlarına ve kubbesine Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı sıvaların korkunç gürültülerle düşmesini ve mozaik tasvirlerin bütün canlılığıyla yeniden ortaya çıkışını, İsa’nın nihayet inanmışların yardımına koşusu olarak yorumlayıp yeni bir mucizenin yakınlığını müjdeliyordu. Oysa beklenmedik başka bir şey oldu; kabaran denizin köpüklü suları İstanbul ve Galata surlarını aşarak sokakları bastı, önüne çıkan enkazı sürükleyerek Dersaadet’i çamura boğdu. Daha sonra haftalarca kül rengi maviye dönüşmeyen, tahta parçalarıyla eşya artıklarıyla dolu denizden hayli ceset toplandı.”

(Cahit Ülkü, Rüstem Paşa, İnkilap Yayınları, 2.Baskı, 2002, sayfa 27).

Önceki ve Sonraki Yazılar