Dağhan Dönmez

Dağhan Dönmez

KARANLIĞA MEKTUPLAR, 4

Nicedir yağmayan bulutlu mavilik, pılını pırtısını toplayıp geldi üstümüze. Yağmurun mırıltısına uyandım bu sabah. Kahvenin kokusu, yataktan fırlamış çocuklar gibi etrafımı sardı. Damlaların camdan kayıp gidişini izliyorum şimdi. Yitip giden günü, damlalara benzeterek…

Sahi hayat dediğin nedir? Anadolu’da hayat diye, evlerin bahçeye açılan avlularına denir. Ortadaki alan yani. Müthiş bir bilgelik bu. Evin içi ezeldir belki, bahçesi ise sonsuzluk. Hayat sadece aradaki süreç. Peki o kısacık zamanı/alanı bir anlam ile mi doldurmak gerekir? Moda tabirle, hayatın bir anlamı var mıdır?

İnsanı, doğadaki diğer canlılardan ayıran hayal edebilme yeteneğiydi. Aşkın bir varlıktı insan. Hayallerinin sonu, hududu yoktu. Oysa beden sınırlıydı. Tabiatın en zayıf yaratığıydı insan yavrusu. Diğer tüm canlıların yavruları, zorlu şartlarda dahi hayatta kalmayı becerebiliyordu. Yalnız insan yavrusunun, olağanüstü özene, nezarete ihtiyacı vardı. Sonsuz, sınırsız hayallere karşın; güçsüz, acz içinde bir beden... İşte insanın büyük açmazı, akla sığmaz çelişkisi buydu!

Diğer yandan, hayallerin uçuculuğu ile bedenin ağırlığı arasındaki mesafe günden güne açılıyor. Zira düş gücü de, kaslarımız gibi gelişebilme yetisine sahip. Bundan iki bin yıl önce yaşamış bir kralı düşünün. Hatta bu kral, bilinen dünyanın tek hakimi olsun. Bu satırları okuduğunuz esnada, odasında oturan çocuğun gerçekliği, dokunabildiği nesneler, kralın hayallerinden daha görkemli olacak. Çocuk, basit bir parmak hareketiyle, dünyanın diğer ucundaki arkadaşını görebilecek, onunla konuşabilecek.

Virginia Woolf, yazar olmak isteyen birinin önce kendine ait bir odası olması gerektiğini söylüyordu. Yazarın odası, dünyadan büyüktü çünkü. Modern zamanlarda, her bir insanın odası, eski medeniyetlere denk. Odalara hatta telefonlara sığdırıyoruz, tek kişilik ülkelerimizi. Dolayısıyla insan yaşadıkça, hayalleri de evriliyor. Ne var ki beden, neredeyse hep aynı.

İşte teknoloji ya da teknik imkânlar, bedenle hayaller arasındaki mesafenin daralmasında devreye giriyor. Uzaya uçmayı düşlüyor modern insan. Böyle sınırlı bir bedenle, bu mümkün olmayacak. Teknolojik bir elbise ve donanımla bu düşünü gerçekleştirebiliyor. Veya tersini ele alalım. Kibirli, sevgiden yoksun, kötücül bir adam çıkıyor günün birinde. Kıtaları ele geçirmek, tüm zenginliğe sahip olmak istiyor. Bunu becerebilmek için, ölümcül makinelerin icadına olanak sağlıyor.

O halde düş gücü kiminin elinde, rengarenk balonların göğe boca edildiği sihirbaz bastonuna dönüşürken; kiminin elinde, tehlikeli bir silah halini alıyor. Tıpkı çocukluğumuzda izlediğimiz filmler gibi. Asla kötülerin eline geçmemesi gereken bir güç olurdu o filmlerde. Bugün anlıyorum ki o güç, düş gücüdür!

Kendimi tüm bu düşüncelerden alarak, kahveme uzanıyorum. Yağmur dinmek üzere. Kediler çıkıyor meydana. Yanıbaşımdaki kitaptan rastgele bir sayfa açıyorum:

“Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
'Yaşadım' diyebilmen için... “

Önceki ve Sonraki Yazılar