Ömer Adıgüzel
Mutluluğun gizi
Ülke olarak mutluluğa, mutlu olmaya, gülümsemeye, heyecanı yitirilmemiş umutlara çok gereksinimimiz var. Tıpkı mutlu olan insanların mutluluklarına tanık olup, mutluluğun tanımını yapacak olan insanlara da gereksinimimiz olduğu gibi.
Mutluluk deyince çoğu kişi gibi benim de aklıma Nazım Hikmet’in “Sen Mutluluğun Resmini Yapabilir misin Abidin?” sözleri gelir. Şair Sonra devam eder: “…işin kolayına kaçmadan ama”. Mutluluk da elbette sevgi ve diğer değerler gibi emek, sabır, çaba, mücadele ister. Kolay elde edilmez. Kolay elde edilen mutluluğun değeri de çok bilinmez.
Mutluluk üzerine düşünürken Brezilya’lı yazar Paulo Coelho’nun Özdemir İnce tarafından çevrilen o meşhur ve etkileyici Simyacı (Can Yayınları, 1996, s.43,44) romanındaki tüccarın, mutluluğun gizini öğrenmesi için oğlunu insanların en bilgesinin yanına yolladığı öyküyü hatırladım. Öykü ülke olarak mutluluğumuzun dolaylı da olsa reçetesini sunuyor. Öykü şöyle devam ediyor:
“…Delikanlı bir çölde kırk gün yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir şatoya varmış. Söz konusu bilge burada yaşıyormuş. Bir ermişle karşılaşmayı bekleyen bizim kahraman, girdiği salonda hummalı bir manzarayla karşılaşmış: Tüccarlar girip çıkıyor, insanlar bir köşede sohbet ediyor, bir orkestra tatlı ezgiler çalıyormuş; dünyanın dört bir yanından gelmiş lezzetli yiyeceklerle dolu bir masa da varmış. Bilge sırayla bu insanlarla konuşuyormuş ve bizim delikanlı kendi sırasının gelmesi için iki saat beklemek zorunda kalmış.
Delikanlının ziyaret nedenini açıklamasını dikkatle dinlemiş bilge, ama Mutluluğun Gizini açıklayacak zamanı olmadığını söylemiş ona. Gidip sarayda dolaşmasını, kendisini iki saat sonra görmeye gelmesini salık vermiş.
‘Ama sizden bir ricada bulunacağım,’ diye eklemiş bilge, delikanlının eline bir kaşık verip sonra bu kaşığa iki damla sıvıyağ koymuş. ‘Sarayı dolaşırken bu kaşığı elinizde tutacak ve yağı dökmeyeceksiniz.’
Delikanlı sarayın merdivenlerini inip-çıkmaya başlamış, gözünü kaşıktan ayırmıyormuş. İki saat sonra bilgenin huzuruna çıkmış.
‘Güzel, demiş bilge, peki yemek salonumdaki Acem halılarını gördünüz mü? Bahçıvan Başı’nın yaratmak için on yıl çalıştığı bahçeyi gördünüz mü? Kütüphanemdeki güzel parşömenleri fark ettiniz mi?’
Utanan delikanlı hiçbir şey göremediğini itiraf etmek zorunda kalmış. Çünkü bilgenin kendisine verdiği iki damla yağı dökmemeye çabalamış, başka bir şeye dikkat edememiş.
‘Öyleyse git, evrenimin harikalarını tanı,’ demiş ona bilge. ‘Oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin.’
İçi rahatlayan delikanlı kaşığı alıp sarayı gezmeye çıkmış. Bu kez, duvarlara asılmış, tavanları süsleyen sanat yapıtlarına dikkat ediyormuş. Bahçeleri, çevredeki dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat yapıtlarının zarafetini görmüş. Bilgenin yanına dönünce, gördüklerini bütün ayrıntılarıyla anlatmış.
‘Peki, sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede?’ diye sormuş bilge.
Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş.
‘Peki,’ demiş bunun üzerine bilgeler bilgesi, ‘sana verebileceğim tek öğüt var: Mutluluğun Gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan.’…”
Mutluluk “işin kolayına kaçmadan” sahip olunan birikimi iki damla yağı da unutmadan, görmek ve onu koruyabilmektir.